Hizbullah’ın tercihi ne?
Siyasi ve manevi açıdan çokça yatırım yaptığı bir hükümetin başarısızlığını kabul ediyor mu?
Yoksa hükümetinin yanında yer alarak mali ve iktisadi çöküşün sorumluluğunu mu yükleniyor?
Bunlar basit seçenekler değil.
Birinci seçenek Hizbullah'ın ağır bir darbe aldığı anlamına geliyor ve uzun bir süre boyunca milislerinin -askeri açıdan ne kadar güçlü olurlarsa olsun- iktidar ve yönetim üzerinde etkili olamayacağını gösteriyor.
İkinci seçenek ise Hizbullah’ın bütün Lübnanlıların gözünde çöküşün ilk ve son sorumlusu olarak görüleceği anlamına geliyor.
Bu öyle bir çöküş ki, iki ay sonra yüzüncü yaş gününe girecek olan vatanın toparlanmasını neredeyse imkansız bir hale getiriyor.
Tüm veriler Hizbullah’ın hükümete bağlı kalarak ve hükümeti algısıyla tutarlı olan seçeneklere doğru sevk ederek ikinci seçenek doğrultusunda hareket ettiğini göstermektedir.
Aslında Hizbullah, İran adına Lübnan'da ABD ile yüzleşmeyi seçti. Lübnan Merkez Bankası’nın başkan yardımcıları atamasında Hizbullah ve müttefikleri, ABD’nin tavsiyelerinin aksine eski Vali Yardımcısı Muhammed Buasıri’nin görevinin yenilenmemesi konusunda ısrar ettiler.
Uluslararası toplum tarafından da güvenilir olan Sayın Buasıri’nin devre dışı bırakılmasının ‘savaş mekanizmalarının bir parçası olduğu’ sır değil.
Bunu Hizbullah tarafından kabul edilen yasal bir inceleme izledi. Lübnanlı bir hakim, ulusal egemenliğe aykırı olduğu gerekçesiyle, ABD’nin Lübnan Büyükelçisi’nin Lübnan medyasına demeç vermesini ve onun açıklamalarının aktarılmasını reddetti. Bunun üzerinden çok zaman geçmeden karar iptal edildi ve yargıç adli teftişe sevk edildi. Kararı protesto eden yargıç istifa etti ve pozisyonu itibariyle Hizbullah’ın desteğini aldı.
Hizbullah, Hassan Diyab hükümetini ‘yüzleşme kararıyla uyumlu’ seçeneklere itiyor. Doğuya yönelme için yapılan siyasi teşvikler bunun göstergelerinden biridir. Nitekim Çin'in Lübnan'ın ilk ticaret ortağı olduğu biliniyor.
Diyab’ın bir kabine oturumunda ‘diplomatik normları ihlal edenler’ olarak lanse ettiği kimselere yönelik eleştirileri ve ‘Lübnan'ı bölge savaşlarına çekmeye çalışan harici unsurlar’ hakkında yaptığı konuşma, bunun göstergelerindendir. Basında Diyab’ın bu sözleriyle ABD’nin Lübnan Büyükelçisi’ni ima ettiğine ilişkin yorumlar yer aldı.
Bunun bir diğer göstergesi ise -Lübnan’ın krizden çıkmasının bir yolu olarak- Hasan Nasrallah’ın sevki doğrultusunda Irak pazarıyla ekonomik bağların yeniden aktive edilmesidir.
Elbette Lübnan ve Irak’ın bu tür bir ekonomik etkileşiminde herhangi bir sorun yok. Ancak bu seçeneği ülkenin içerisinde olduğu krizden bir çıkış yolu olarak lanse etmek meselenin bir siyasi propagandadan ibaret olduğunu gösteriyor. Irak ekonomisinin düşük petrol fiyatları ve altyapının çöküşü nedeniyle zaten kötü bir durumda olduğu herkesçe malum.
Bütün göstergeler, Hizbullah'ın parlamenter çoğunluk, cumhurbaşkanı ve hükümet aracılığıyla Lübnan’ı ABD ve Araplarla yüzleşmeye doğru sevk ettiğine işaret ediyor. Asıl önemli olan budur.
Bu durum, ablukanın şiddetleneceği ve çöküşe daha da yaklaşılacağı anlamına geliyor.
Hizbullah’ın Lübnan’ı avuçlarının içine alması Batı’da ve Arap dünyasında şöyle bir kanaate sebep oldu: “Lübnan’ın çöküşü Hizbullah’tan kurtulmak için bir vesile olacaksa bu tahammül edilebilir bir bedeldir. Lübnan’ın küçük ekonomisi ve toparlanma yeteneği göz önünde bulundurulduğunda ülkeyi yeniden inşa etmenin maliyeti karşılanabilir.”
Diğer taraftan ülkede, İran’a bağlı olan Hizbullah'ın gündemine karşı muhalif bir odak teşekkül etmeye başladı. Maronit Katolik Patriği Bechara Boutros al-Rahi’nin son açıklamaları da bu çerçevede geldi. Patrik Boutros açıklamasında, Cumhurbaşkanı Mişel Avn’dan ‘meşruiyetin ve ulusal kararın üzerindeki ablukanın kaldırılmasını’ ve Lübnan'ın ‘tarafsızlığı’ için çalışmasını talep etti. Onun sözleri, her ne kadar isim vermemiş olsa da Hizbullah’a karşı göreve geldiğinden bu yana sarf ettiği en sert sözlerdir.
Bu kimlik anlayışı, siyasi desteğini aldığı taban ile Hizbullah arasında derin bir buluşma noktasıdır. Çünkü Hizbullah, Lübnanlı olmasının ötesinde Şii’dir. Lübnan'da gerçekleştirilen gösterilerde “Şia Şia!” şeklinde atılan sloganlar bunun delilidir. General Avn ile Hasan Nasrallah arasında Mar Mikhael’de varılan anlaşma da bu derinliğin boyutunu göstermektedir. Nitekim taraflar sahip oldukları herhangi bir kimliğin ötesinde ‘mezhepsel kimlikleriyle’ bir araya geldiler. Bazı akademisyenlerin ‘azınlıklar koalisyonu’ olarak ifade ettikleri şey budur.
Koalisyondaki zayıflar -herhangi bir itirazla karşılaşmaksızın- ittifaktaki güçlü taraflar için dış dosyalar konusunda taviz vermeleri halinde yerel planda kazanç elde edebileceklerini zannediyorlar. Bu durum, pratikte Lübnan vatanseverliğinin tüm sütunların yerle bir olmasına sebep oluyor.
Patrik’in sözleri, süregelen bu çöküşle yüzleşmeyi sağlayacak ve Lübnanlılara gelecek hakkında olumlu bir intiba verecek ulusal bir siyasi durum için zemin olabilir.
Ayrıca bu sözler, Lübnan'ın konumu, rolü ve ilişkileri için politik bir teklif mesabesindedir.
Lübnan sorunu her şeyden önce siyasi bir sorundur ve bu sorun ekonomik, finansal ve parasal bir krizi de beraberinde getirmiştir.
Lübnan'da bir çözüm arayışı siyasetten geçer. Yani çöküşün başladığı yerden başlar.
TT
Lübnan'da çözüm nereden başlıyor?
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة