Muhammed Rumeyhi
Araştırmacı yazar, Kuveyt Üniversitesi'nde Sosyoloji profesörü...
TT

Türkiye: Modelin düşüşü

2004 yılında İstanbul’da düzenlenen NATO Zirvesinin sona ermesinin akabinde ABD’li ve Türk teknisyenler, oğul George Bush’un yapacağı konuşmaya arka plan olarak dünyaya olumlu bir mesaj verebilecek mekân seçmeye çalışmışlardı. Sonunda seçilen mekân, Avrupa ile Asya kıtalarını birbirine bağlayan Boğaziçi köprüsüne bakıyordu ve arkasında da ünlü Ortaköy Camisi’nin minareleri uzanıyordu. ABD başkanı konuşmasında, başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere karşısındaki Türk seçkinlere hitap ederek şunları söylemişti: “Ülkenizin sahip olduğu 150 yıllık demokrasi ve sosyal reformlar deneyimi sizleri, ikisinin de bir parçası olarak Batı ile Doğu arasındaki uyuma örnek olmaya ve Ortadoğu’da geleceğe liderlik etmeye yetkili kılıyor. Avrupa Birliğine girişiniz Müslüman dünyası ile Batı arasında önemli bir köprü olacak ve demokrasi ile kişisel özgürlükleri pekiştirecektir.”
O dönemde bu tarihi bir konuşmaydı. Zira Batı liberalizmi “Türk modeli”ni örnek gösteriyor ve İran radikalizmine karşı kendisini en doğru pozisyon olarak görüyordu. O zamanlar Türkiye’nin başarıları bir örnek ve umuttu. Bir yanda İslami arka plana sahip bir demokrasi, çoğulculuk ve özgürlükler, diğer yanda komşularla barış ve ekonomik başarılar vardı. 2004 yılında AKP sadece iki yıldır iktidardaydı. Kürt kökenli reformcu Turgut Özal (Türkiye’nin sekizinci cumhurbaşkanı 1989-1993) ile başlayan geçmiş hükümetlerin 30 yıllık ciddi ve sıkı çalışmalarının ürünlerini bu 2 yıl içinde toplamıştı. Özal’ın ekonomi alanındaki reformları (Türk mevzuatının Avrupa mevzuatına uygun olarak geliştirilmesi) ile politik alandaki reformları (Tüm siyasi görüşlere örgütlenme olanağı tanınması) Türk ekonomisini harekete geçirmiş ve Türkiye’ye umut vermişti. AKP iktidara geldiğinde bu reformların mahsulünü toplamaya başladı. Ne var ki işler çok geçmeden değişmeye başladı. Erdoğan, birçok reformu hatta aralarında Mustafa Kemal Atatürk’ün gerçekleştirdiği en eski reformları bile tek kalemde silme görevini üstlendi.
Türkiye anayasasında aynı zamanda hem bir partinin (herhangi bir parti) başkanı hem de başbakan ve cumhurbaşkanı olmak yasaktı. Erdoğan ilk olarak ikisini (genel başkanlık ile başbakanlığı) birleştirdi. Son olarak büyüyen Türk muhalefetinin “otoriterleşme” olarak adlandırdığı başkanlık sistemi ile buna üçüncüsünü de (devlet başkanlığı) ekledi. Bundan sonra birçok büyük devlet adamı aşamalı olarak Erdoğan’ın gemisini terk etmeye başladı. Bu süreç halen devam ediyor. Erdoğan, Türkiye’nin AB’ne girişini engellediğini düşündüğü herkese karşı neredeyse bir misilleme politikası izlemeye başladı. Bunun ardından yüzünü güneye döndü ve ilk olarak Filistin davasını keşfetti. İsrail ile güçlü askeri ve ekonomik bağlarını koparmadan bir medya savaşına ve söz düellosuna girişti.
Bu, gerçekçi politik hesaplardan ziyade oldukça duygusal bir atmosfer içindeki Arap dünyasında kendisine kitlelerin desteğini kazandırdı. Ne var ki Türkiye modeli, zirveye ulaştığı 2004 yılından sonra hızla gerilemeye ve ekonomik olarak düşüşe geçmeye başlamıştı. 2015 yılına gelindiğinde hayal kırıklığı gittikçe büyümüş ve Türkler arasında geniş bir kesime egemen olmaya başlamıştı. 15 Temmuz 2016’da bir darbe girişimi yaşandı ve işte o zaman kriz patlak verdi. Bu, herhangi bir kriz gibi kendisi ile karşı karşıya kalanlar için beklenmedik ve sıkıntılıydı. Bir felaketti. Ancak bu kriz aynı zamanda diğerleri gibi genel olarak yıllar içinde büyüyen sıkıntıların birikimi, sahada yaşananlar ile yönetici seçkinlerin benimsediği politik yanılsama arasındaki gerçeklik bağının kopmasının temelini oluşturduğu bir sonuçtu. İşte Türkiye’de tam olarak bu yaşandı. Komşuları ile sıfır sorundan içeride ve dışarıda sorunlar yaşayan bir ülkeye dönüştü. Kürtler ile çözüm süreci başarısız oldu. Ekonomik durum kötüleşti. Enflasyon yükseldi, Türk lirası değer kaybetti ve ihracat geriledi. Bu kayıpları telafi etmek için Erdoğan, Sudan’ın Sevakin adasından Körfez ülkeleri ve Libya’ya birçok yere gitti.
Erdoğan’ın söz konusu politikalarına yönelik içerideki memnuniyetsizlik daha sonra yerel seçimlerde İstanbul belediye başkanlığı seçiminde somutlaştı. AKP seçim sonuçlarına itiraz etti ve seçimler Haziran 2019’da yenilendi. Muhalefetin adayı Ekrem İmamoğlu, Erdoğan’a yakın isimlerden ve eski başbakanlardan AKP’li rakibi Binali Yıldırım’a karşı geniş bir kesimin desteğini alarak seçimleri kazandı. AKP, İstanbul’un yanı sıra başkent Ankara ile birkaç büyükşehri de kaybetti. Öte yandan, muhalif Türklere mahkemelerin, cezaevlerinin ve sürgünlerin kapısı açıldı ve çok sayıda kişi yargılanarak hapse atıldı. Türk modeli parlaklığını kaybetti ve gücün tek bir kişide toplanmasının hem demokrasi hem de kalkınma ruhunu öldürdüğü ortaya çıktı. Bundan önce Türkiye’nin elitleri, Atatürk’ten bu yana uzun tarihi süreç boyunca Türklerin her zaman son sözü söylemesi için sandığa başvurmaları ile övünürlerdi.
Ancak gerçeklerden uzaklaşıldığı ve “tek adam yönetiminin” dayattığı korku ortamında bu düşünce bile uzak bir umuda dönüştü. Maalesef Recep Tayyip Erdoğan sadece Türkçe biliyor. İngilizce bilseydi etrafında hala kendisine sadık olanların ona verecekleri en iyi hediye, usta yönetmen Mustafa Akkad’ın “Ömer Muhtar” filmi olurdu. Ömer Muhtar geçen yüzyılın başında İtalyan işgaline karşı direnişe 20 yıl liderlik etmişti. Bu direniş, makineli tüfekler, tanklar ve uçaklara karşı tüfek ve atlarla yürütülmüştü. Bu filmi izlerse savaşmak için askerleri ile paralı askerlerini gönderdiği Libya halkının mayasını da bilecektir.
Libya’nın doğu ve batı komşuları Cezayir ile Tunus bugün, sömürgecilik döneminde işlemiş olduğu suçlardan dolayı Fransa’dan özür talep ediyorlar. Erdoğan ise dünya ileri giderken geriye gidiyor ve bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu toprağı olduğu gerekçesi ile Libya’ya müdahale ediyor. Bu gerçekten son derece ironik bir durum. Erdoğan’ın gerçeklerden kopmuş olduğu kesin bir şekilde ortada ancak Türkler böyle bir yayılmayı kaldıramaz. Ne yazık ki durum iyileşmek yerine daha da kötüleşecek. Türkiye, içeride ekonomik durum, dışarıda da savaşlar nedeniyle Türk elitler arasında gittikçe artan bir memnuniyetsizliğe tanık oluyor. Muhaliflerin peşine düşüp onları susturan polis devleti ve Kürt sorunun düğümlenmesi nedeniyle durum gittikçe kötüleşiyor.
Öte yandan Erdoğan, mültecilerin topraklarından geçmelerine izin vererek yalnızca Avrupa ülkelerine karşı çıkmıyor. Buna ek olarak, üyesi olduğu NATO’nun kuruluş felsefesini onun düşmanlığı üzerine kurgulamış olduğu ülkeden modern silahlar satın alarak, müttefiki ABD’ye de karşı çıkıyor. Suriye’deki geçici müttefiki Rusya ile dahi Libya çöllerinde taktiksel bir çelişkiye düşme yolunda ilerliyor. Bugün, Türkiye’nin topraklarına yakın ve uzak bölgede yayılma politikasının başarısız olduğu açıkça görülüyor. Ekonomik, politik ve coğrafi gerçekler ve kısıtlanan özgürlükler, Erdoğan’a daha uzun süre gerçeklerin dışında yaşama olanağı tanımayacaktır.
Tarih, Erdoğan’ı, Türk modelinin başarısız olmasına neden olan kişi olarak kaydedebilir.