İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Büyük patlamanın fitilini ateşlediği Lübnan devrimi

Yas tutan Beyrut’un merkezinde kitlesel halk hareketlerinin sahneye geri dönmesi ile Lübnan tehlikeli bir aşamaya giriyor. Aslına bakılırsa, salı günü Lübnan’ı sarsan depremin arka planları yeni değil. Ne iktidar boyun eğmişliği, aldatmaları ve kötü performansı ile şaşırttı ne de İran Devrim Muhafızları’nın Maşrık (Levant) bölgesindeki kolu Hizbullah, Lübnanlılara acımasızlığını, saldırganlığını, küstahlığını ve mezhepçi bir bölgesel hegemonya projesine katılmış olduğun hatırlatmaktan geri kaldı.
Hizbullah Genel Sekreteri dün kameraların karşısına geçerek, Beyrut limanında neler olduğu hakkında bilgisi olduğunu tamamen inkar etti. Hizbullah’ın 200’den fazla kişinin hayatını kaybettiği ve en az 5 bin kişinin yaralandığı korkunç patlama ile herhangi bir bağlantısı olduğunu reddetti. Bu konuda gerçeği söylüyor olsa bile Lübnanlıların Hizbullah ile ilgili eski deneyimleri onları sözlerine inanmaya teşvik etmiyor.
Bunlara örnek olarak şunları hatırlayabiliriz:
Hizbullah defalarca Lübnanlı olduğunu vurgulamasına rağmen  bir gün Genel Sekreteri aracılığıyla Lübnanlılara karşı açık sözlü olmaya karar verdi. Veliyy-i Fakih’e bağlı olduğunu, Hizbullah’ın bütçesini, mensuplarının maaşlarını, masraflarını, yiyecek ve içeceğini, silah ve roket ihtiyaçlarını İran İslam Cumhuriyeti’nin karşıladığını, istedikleri paranın bankalar aracılığıyla değil doğrudan kendilerine ulaştırıldığını, İsrail’i tehdit ettikleri füzeler ve roketler gibi paralarının da ellerine teslim edildiğini itiraf etti. Bu açıkça, Lübnan devletinin, denetleyici organlarının, politik, askeri ve güvenlik kurumlarının Hizbullah üzerinde hiçbir mali otoritesi olmadığı anlamına geliyor.
Aynı şekilde, geçmişte Hizbullah Lübnan siyasetinin ara sokaklarına girmeye karşı olduğunu öne sürüyordu. Lakin eline fırsat geçtiğinde bu ara sokaklara girdi. Rakiplerini ve düşmanlarını zayıflatmak, onlara şantaj yapmak ve boyun eğdirmek amacıyla kendisine bağlı paralı “kuklalar” ile diğer dini grupların içine sızdı. Keza Hizbullah, dışlayıcı ve yok sayan ittifak ve cepheleri yönetti ve finanse etti. Hükümetleri düşürdü. Verdiği sözleri açıkça ihlal erek Lübnan’ı felç eden yönetim krizleri yarattı.          
Yine Hizbullah yıllarca Lübnanlıları silahının işgal altındaki Güney Lübnan’dan Kudüs’e direnişe (İsrail’e karşı direniş) tahsis edilmiş olduğunu ikna etmekte diretti. Refik Hariri ve arkadaşları suikastından sonra Lübnan sokağı, Şam rejimini suikastın arkasında durmakla suçlamaya odaklanıp Suriye kuvvetlerinin çekilmesi için gösteriler düzenlerken Hizbullah, suikasttan bir aydan kısa bir süre sonra “Suriye’ye Teşekkür” gösterisi düzenlemişti. Buna rağmen Lübnanlılar, bir kez daha Hizbullah’ın silahının direnişe adanmış olduğuna inandılar veya kendilerini inandırmaya çalıştılar. Sonrasında, Refik Hariri ve o dönemde gerçekleşen suikast girişimlerine karışmış olabileceğine dair Batılı raporlar daha sızdırılmaya başlamadan önce Hizbullah, suikast davasının uluslararası bir mahkemede görülmesine karşı çıktı. Daha sonra mahkeme, birkaç mensubunu suçladığında kendisi ile işbirliği yapmayı reddetti.
2006’da Hizbullah, Mavi Hat boyunca İsrail’e karşı bir operasyon düzenleyerek Lübnan devletini yok saymakta yeni bir aşamaya geçti. Bunun sonucu Lübnan için felaket oldu ve Hizbullah sahada Litani Nehri’nin kuzeyine çekilmeyi kabul etmek zorunda kaldı. Bu geri çekilme rasyonel ve etik açıdan, Lübnanlıların Taif Anlaşması sonrasında diğer tüm milis güçler silahsızlandırılırken onun silahını teslim etmemesini kabul etmelerinin nedeni olan “ kurtarıcı” misyonunu sona erdirdi.
O dönemle ilgili hatırlanacak bir diğer önemli nokta da Hizbullah taraftarlarının, İsrail savaş aleti Hizbullah’ın güneydeki ve Beyrut’un güney banliyösündeki mevzilerini hatta genel olarak Lübnan’ın altyapısını bombalarken Hizbullah’ın yanında durduğu için Lübnan hükümetini yere göğe sığdıramamalarıdır. Bu önemli çünkü daha sonra Hizbullah, kendisini devirmeye karar verdiğinde aynı hükümeti ihanetle suçlamıştı. Bundan öte ve daha da kötüsü, Hizbullah’ın kendisini “kurtarma” görevinden azade etmesinden sonra silahını Lübnan içine yöneltmesiydi. Havalimanının (Beyrut’taki Refik Hariri Uluslararası Havalimanı) güvenliği meselesini gündeme getirerek, Sünni ve Dürzi liderliklerine diz çöktürmek için Beyrut ve Cebel-i Lübnan’a karşı bir iç savaş yürütmesiydi. Bu savaşa, en eski düşmanlarından biri olan General Mişel Avn ile ittifak kurarak Maruni topluluğu içinde önemli bir siyasi ve mezhepçi nüfuz elde ettikten sonra girişmişti.
Gerçek şu ki, Hizbullah, Hristiyanlara (özellikle de Maruni liderlerine), Sünnilere ve Dürzilere karşı “havuç ve sopa” politikasını takip ederek iki önemli hedef gerçekleştirdi:
Birincisi;Lübnan devletinin güvenlik ve siyasi aygıtlarına amansızca sızarak elde ettiği  derin nüfuzunu pekiştirdi
İkincisi, Hizbullah ve taraftarlarının Beyrut’un merkezini işgal etmeleri, Ekim 2006’dan 2008’in mayıs ayının sonlarına kadar 18 ay boyunca Başbakanlık Sarayı’nı kuşatmalarıyla Taif Anlaşması’na karşı darbe aşamasını başlatmasıdır. O dönemde Beyrut şehir merkezindeki işgal, General Mişel Avn’ın cumhurbaşkanı seçilmesi şartıyla Katar’ın başkenti Doha’da imzalanan anlaşma ile sona ermişti. Pratikte, güç dengesinin Hizbullah lehine bozulmasına dayanan Doha Anlaşması’nın jeo-stratejik hedefi, Taif Anlaşması’nın anayasal meşruiyetini ortadan kaldırmaktı. Ancak, Hizbullah daha sonra Mişel Avn ile birlikte uzlaşmacı Saad Hariri hükümetini devirerek bizzat kendisi Doha Anlaşması’nın aleyhine hareket etti.
Aşırı güç ve mezhepçi nüfuz sayesinde Hizbullah, Süleyman’ın cumhurbaşkanlığı sırasında hükümet içinde ve güvenlik yönünden genişledi. Ne var ki cumhurbaşkanının gücünü durdurmayı ve bağımsızlığını zayıflatmayı başaramadı. Aksine, cumhurbaşkanının kendi sponsorluğunda gerçekleşen Ulusal diyalog görüşmelerine dayanan “Baabda Bildirisi”ne bağlı kalmakta ısrar etmesi nedeniyle aralarındaki ilişki gerildi. Bunun üzerine Hizbullah açıkça Avn’a oynamaya karar verdi. Seçilmesini sağlamak için uzun bir süre ülkeyi felce uğratarak seçimi engelledi. Lübnan Kuvvetleri Partisi lideri Samir Caca’nın Avn’ı desteklemeyi kabul etmesinden sonra bu istediği oldu. Hristiyanların varmış olduğu bu yarı oy birliği karşısında Saad Hariri ve Velid Canbolat da itirazlarını sona erdirip Avn’ı kabul etmek zorunda kaldılar.
Avn’ın görünür bir güvensizlikle cumhurbaşkanlığına ulaşması ve Hizbullah’ın Lübnan devletine sormadan Suriye savaşına müdahil olması ışığında, fiili Hizbullah devletinin resmi Lübnan devletinden artık daha güçlü olduğuna dair hiçbir şüphe kalmadı. Avn döneminin başlangıcından itibaren Hizbullah, güvenlik ve siyasi karar mekanizması üzerindeki kontrolünü artırdı. Buna karşılık, hükümet ile ilgili olanlar ile idari atamalar ile kendi popülerliğini ve Hizbullah’a bağlı Sünni ve Dürzi güçlerin popülerliğini artırmak için -Hristiyan ve Müslüman olsun- diğer güçleri marjinalleştirme konusunda Avn’a tam yetki verdi.
Salı günü gerçekleşen patlamaya gelince, güvenlik güçleri çok sayıda açıklama yaparken, kaynaklardan gelen bilgilerse çelişkiliydi. Çoğu ya inandırıcılıktan uzak ya da sorumluluğu kasıtlı olarak belirli bir memur ya da bir Gümrük İdaresi sorumlusuna yüklüyor. Büyük resim ise kasten gizleniyor. Çünkü özellikle İran’a karşı kendi toprakları ile Suriye topraklarında sessiz bir “yıpratma savaşı” yürüten İsrail’in, sorumluluğunu açıklaması çıkarına olmadığı için gizli tutulmalı.
Her halükarda Lübnanlılar, Hizbullah’ın kendi itirafıyla büyük ve yenilmez bir cephaneye sahip olduğunu biliyorlar ve bu silah depolarının Mozambik’te olmadığını tahmin ediyorlar.