Muhammed Ali Sekkaf
Yemenli yazar
TT

21. yüzyılın Sykes-Picot’u

Sykes-Picot Anlaşması'ndan bu yana bir yüzyıldan fazla bir süre geçti. Arap dünyası hala o dönem ile hemen hemen aynı durumda, yabancı bölgesel ve uluslararası güçlerin müdahalesine sahne olmayı sürdürüyor.
Tüm bu taraflar, bölgesel ve uluslararası güçler arasındaki güç mücadelesinin bir alanı haline gelmesi için Arap bölgesi üzerindeki hakimiyetlerini ve nüfuzlarını pekiştirmeye çalışıyorlardı. Bu durum, ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki Soğuk Savaş sırasında, Bağdat Paktı veya ellili yıllardaki Eisenhower Doktrini aracılığıyla da devam etti. Daha sonra bunları 11 Eylül 2001 saldırıları ve ABD’nin 2003’te Irak’ı işgali takip etti.
Hiroşima’ya benzetilen son Beyrut limanı patlamasından sonra, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron tüm Arap veya uluslararası liderden önce Beyrut’u ziyaret etti. Bu erken ziyaretin, Fransa’nın Lübnan’daki manda yönetiminden günümüze kadar iki ülke arasında var olan ilişkinin bir yorumu ya da ifadesi olduğunu söyleyenler oldu.
Türkiye’nin Osmanlı hilafetini yeniden diriltme hayalleri, İran’ın Şah rejiminin devrilmeden önce gerçekleştirmeye çalıştığı ve Mollalar rejiminin de benimsediği imparatorluk hayalleri, Arap ülkelerinin bu zorluklarla yüzleşmekte benimsediği tutumlar hakkında soru işaretleri ortaya çıkarmaktadır: Buna karşı kolektif bir tavır mı aldılar, yoksa her ülke tek taraflı olarak kendisini bu tehlike ve tehditlere karşı korumaya mı çalışıyor? Çağdaş dünya düzeni, birçok yönü ile Otuz Yıl Savaşı’nı sona erdiren 1648 Vestfalya Antlaşması'ndan esinlenmiştir. Söz konusu anlaşma, Avrupa’yı parçalayan din savaşlarına bir son vermişti. Ulusal devlet ve ülkelerin egemenliğinin tanınması kavramını üretmişti. Ülkelerin iç işlerine karışmama, devletler arası eşitlik, siyasi kurumlara, tüm ülkelerin değerlerine ve dinlerine saygı ışığında barış içinde bir arada yaşama ilkelerini yaratmıştı. Bütün bunlar küresel sistemin dayandığı ilkelerdir.
Bununla birlikte, Vestfalya Anlaşması’ında belirlenen ve Avrupalı ülkelerin yüzyıllar önce çatışmalarını ve Otuz Yıl Savaşı’nı sona erdirmek için ortaya koydukları bahsi geçen ilkeler, bu ülkeleri coğrafi olarak genişlemekten, Arap bölgesi dahil dünyanın çoğu bölgesine yayılan geniş alanları sömürgeleştirmekten alıkoymadı.
Birinci Dünya Savaşı’nda Araplar, İngiltere’nin kendilerine vaat ettiği gibi ülkelerinin bağımsızlığını kazanacakları inancıyla İtilaf Devletleriyle ittifak ettiler. Ancak daha sonra, Fransa ile Birleşik Krallığın, kendi aralarında gizli bir anlaşma imzaladıklarını keşfetmenin şaşkınlığını yaşadılar. Anlaşmayı Fransa adına Georges Picot, İngiltere adına Mark Sykes imzalamıştı. Rusya İmparatorluğu da bu anlaşmayı onaylıyordu ancak, 1917’deki Bolşevik Devrimi’nden sonra Bolşevikler anlaşmayı ifşa ettiler. Kamuoyu kendisinden bu şekilde haberdar oldu. Anlaşma, Fransa ile İngiltere’nin kendi aralarında Bereketli Hilal bölgesini paylaşmalarını, Batı Asya'da kendi aralarında etki alanları belirlemelerini, Birinci Dünya Savaşı’nın İtilaf Devletleri lehine sonuçlanması durumunda o dönemde Osmanlı devletinin olan toprakları paylaşmalarını öngörüyordu.
Birinci Dünya Savaşı sona erdikten sonra ve Soğuk Savaş boyunca, Batı ve Doğu bloklarının bölgedeki nüfuzlarını pekiştirme çabaları devam etti. Bu yolda Bağdat Paktı (1955) kuruldu ve Eisenhower Doktrini (1957) deklare edildi. Her ikisi de Ortadoğu’da bağımsızlık ve güvenliği sağlama, küresel barışı destekleme gerekçesi ile geliştirilmiş askeri ve ekonomik karaktere sahip projelerdi. Ancak asıl amaçları, Sovyetler Birliği’ni kuşatmak ve uluslararası komünist saldırının bölge ülkelerini hedef alma tehdidine karşı koymaktı. Eisenhower Doktrini’nin bir hedefi daha vardı; İngiltere ve Fransa’nın Arap bölgesinde gerileyen nüfuzlarının yerini ABD’nin doldurması. Arap ülkeleri arasında sadece Irak’ın katılmış olduğu Bağdat Paktı’nın aksine Eisenhower Doktrini, çok sayıda Arap ülkesini ve bazı İslam ülkelerini içeriyordu.
Her birinin Arap bölgesinde nüfuzlarını yeniden kazanmaya yönelik emperyal emelleri var olan Türkiye ve İran’ın ilk olarak Bağdat Paktı üyesi olmaları ve ardından Eisenhower Doktrini içinde de yer almaları dikkat çekicidir.
İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı Devleti’nin hakimiyeti altında olan Bereketli Hilal bölgesini paylaştıkları Sykes-Picot Anlaşması’nın üzerinden geçen yüz yıldan sonra bugün, Türkiye’de iktidarda olan AK Parti liderliğinin temel kaygısı ve stratejisi, Osmanlı Halifeliğinin nasıl yeniden ihya edileceğine odaklandı. Bu, Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye cumhurbaşkanı makamına gelmesinden sonra daha açık ve net bir biçimde meydana çıktı.
Türkiye eski dışişleri bakanı ve başbakanı Ahmet Davutoğlu “Stratejik Derinlik: Türkiye'nin Uluslararası Konumu” adlı kitabında, ülkesinin neden Batı ile Doğu, Avrupa ile Asya, İslam ile Hıristiyanlık arasında sadece bir köprü olarak kalamayacağını, aksine hayati rolünü yerine getireceği bir merkezi temsil etmesi, tarihi ve coğrafi mirasını kullanarak politikalarını uyarlaması gerektiğini ele almıştı.
2010’da bir İngiliz gazetesine verdiği röportajda, Türkiye'nin, İngiliz Milletler Topluluğunu kuran Britanya gibi hareket edebileceğini söyleyerek ülkesinin Ortadoğu ve bölgesel çevresi konusundaki hedeflerine daha net bir şekilde değinmiş ve şunu sorgulamıştı: “Neden Türkiye eski Osmanlı topraklarında, Balkanlarda, Ortadoğu ve Orta Asya’da yeniden liderlik kurmasın?” Yani Davutoğlu, neden bir Osmanlı Milletleri Topluluğu kurulmasın diye soruyordu. Ardından sözlerini şöyle sürdürmüştü: “Osmanlı'dan bize kalan bir miras var. Onlar bize neo-Osmanlılar diyorlar. Evet, biz neo-Osmanlılarız ve kendimizi bölgemizdeki ülkelerle ilgilenmekle yükümlü görüyoruz. Bizler Kuzey Afrika dahil tüm dünyaya açığız.” Kuzey Afrika’nın altını çiziyorum.
Burada sorulması gereken soru şu: Erdoğan’ın partisinden ayrılan Davutoğlu’nun bu önerileri kendi bireysel yönelimi midir yoksa Türk siyasi seçkinlerinin çoğu bu yönelime mi sahiptir?
Bu gazetenin yazarlarından Sevsen Şair, 2 Ağustos’ta yayınlanan “Türkiye’de muhalefet Erdoğan’ın Arap dünyası ile ilişkisine karşı mı?” başlıklı yazısında, Erdoğan’ın Libya, Suriye ve Irak’ta yaptıklarına değinerek şunu sormuştu: Erdoğan’ın Libya, Suriye ve Irak’ta yapıp ettikleri sadece bir kişisel hırs ve hayal mi yoksa muhalifleri dahil bütün partilerin kabul ettiği ve bir devlet olarak Türkiye’ye ait hırslar mı? Sevsen Şair bu sorusunu Türkiye’deki bazı muhalif şahsiyetlerin, bunlar arasında yukarıda bahsettiğimiz Davutoğlu da var, düşünce ve sözlerini alıntılayarak cevaplıyor. Şair, Davutoğlu’nun bir Türk kanalında konuk olduğu programda sarf ettiği şu sözlerine yer veriyor: “Perde arkasında neler olduğu hakkında konuşmalıyım. Libya’da, Mısır ve Türkiye arasındaki bir çatışma Türkiye’nin lehine olmayacaktır. Ancak Mısır veya bir başkası istediği için Libya’dan çekilmemiz doğru olmaz. Aksine Türkiye’nin gücünü akıllıca kullanması gerekiyor.” Yazar, Davutoğlu’nun müdahalelere kapıyı açık bıraktığı ve Erdoğan ile ihtilaf ettiği tek noktanın, prensip değil, Erdoğan’ın benimsediği çatışmacı üslup olduğu sonucuna varıyor.
Yazımızı bitirmeden önce, Arap bölgesinde emelleri olan bir diğer ülke İran’ı ve Türkiye’nin emelleri ile arasındaki bazı yönden farklılıkları ele aldığımızda, Arap bölgemizi yeni bir Sykes-Picot Anlaşması ile şekillendirmeye çalışan bu zorluklarla Arapların nasıl başa çıktığını da sorguluyoruz.