Vahdettin İnce
Yazar
TT

Mevsimlik bir Kürt işçisidir ömrüm

Bir zamanlar mevsimlik işçiydim ben. Sakarya’da Şilan’ın suratında patlayan yumruğu kalbimin orta yerinde hissedince gittim o günlere.
Mersin-Tarsus arasında Yenice diye bir yer. Köyümüzden bazı mevsimlik inşaat işçileri orya gideceklerdi. Üniversite okuyan yoksul biri olarak onlara katılmaya karar verdim. Okul harçlığını çıkartmam gerekiyordu. Çalıştığım inşaatta yatıp kalkıyordum. 1982’nin yazı, mevsimlerden Ramazan. İftarımı çarşıda açmaya karar verdiğim bir gün. Kanal boyunca uzanan derme çatma barakaları, naylondan çadırları, toprakta oynayan çocukları, bizim oralardaki gibi leğenlerde çamaşır yıkayan kadınları… seyre daldım bir müddet, olduğum yere çömelerek. Üstüm başım inşaat kalıntısı. Bir el dokundu omuzuma. İrkildim. Hemşerim buyur gel bir çayımızı iç. “Niyetliyim, çarşıda iftar açacağım, biraz soluklanmak istedim” dedim. Gözleri parladı, “Dünyada olmaz, bizimkiler de niyetli, iftarı beraber açarız” dedi. Vakit de gelmişti zaten. Konuştuk, tanıştık. Urfalıydılar. Narenciye bahçelerinde, pamuk tarlalarında çalışmak üzere gelmişlerdi çoluk çocuk. Mevsimlik Kürt işçileri. Dönüşte babamı düşündüm. Bir mevsimlik işçi olan babam onca hasretlik çektiğimiz zamanlarda böyle bir yerde mi kalıyormuş meğer! Yol boyunca ağladım.

Dünya küçüktü henüz, ben de çocuktum. İhtiyaçlarsa cebimize sığacak kadar. 20-25 koyun, bir çift öküz, kışlık zahire için buğday ekilecek bir tarla, bir de kışın hayvanlara vermek üzere biçilip istif edilecek yonca, yeterince saman. Mevsimlerin tamamı bizim köyde başlıyor, bizim köyde bitiyordu. Sonra dünya büyüdükçe ben de büyüdüm. İhtiyaçlar cebimize sığmaz oldu. Ve mevsimler değişti. Mesela yağmurlarıyla bizi ıslatıp Temmuz güneşine ısmarlayan baharın bir özelliği daha oldu… paletî (ırgatlık)…
İlk olarak babamın bir sabah bir grup köylüyle birlikte tırpanlarını omuzlayıp adına “paletî” dedikleri bir yolculuğa çıktıklarını hatırlıyorum. Mevsim baharın ortasıydı ve “paletî” seferleri her bahar bir modern zaman gündemi gibi evimizin ortasına kurulurdu. Bir ay kadar süren bu yolculuktan geriye tırpanlarıyla tepeyi aşıp gözden kaybolduklarında biz çocukların başlayan özlemini, yine bir gurup vakti batmaya yüz tutmuş güneşin kızıl şavkıyla parlayan tırpanların görünmesiyle birlikte geceyi kucaklayan sevincini hala unutamıyorum. Bir de tırpanının sapına bağladığı dengini açarken babamın, bana aldığı kısa pantolon, kısa kollu gömlek ve hasır şapka. Sabahleyin ilk iş diğer çocuklara gösterecektim. Güzel anıları olurdu bu seferlerin. Yeni isimler, yeni köyler, yeni aşiretler biriktirirdi mevsimlerle birlikte büyüyen hafızam, üzerime giydiğim yeni elbiseler kadar taze. Nordiz, Kepir, Qurubaş…Ertoşî, Birûkî… o mevsimlerden kalan ve yıllarca görmeden büyüttüğüm adlardır. Bizde olmayan Kürtçe kelimeler de getirirlerdi ve o kelimeler bir daha gitmezlerdi. Zaten zengin olan Kürtçemiz biraz daha zenginleşirdi.
Van ve çevresiyle sınırlı bu mevsim de yetmedi büyüyen dünyanın büyüttüğü ihtiyaçlara. Artık yaz mevsiminin de bir “paletî” yolculuğu vardı. Urfa’ya mercimek biçmeye gidilir oldu. İhtiyaçların, görgünün, mevsimlerin, hatıraların, Kürtçenin ufku biraz daha genişlemişti. Bu mevsimde otobüs firmaları tırpancılar için Urfa’ya özel seferler düzenlerlerdi ve muzip bazı köylüler bir otobüs firmasına “tırpan turizm” adını takmışlardı. Bir Urfa dönüşü babamın dengini açarken anneme uzattığı ve içinde kırmızı bir şeyler olan bir kavanoz hatırlıyorum. Çocuklar yemesin diye tembihlemesini de. Babamın ve annemin kapıda oturdukları bir sırada kilere girmiş, kavanozun ağzını açmış ve bir kaşık doldurup ağzıma atmıştım… dudaklarımdan boğazıma, oradan mideme doğru yakarak süzülen alevli bir ölümü hissetmiştim de babamın ve annemin ben ölürken bir anlam veremediğim gülüşleri gitmiyor gözlerimin önünde. Mevsimlere yeni tatlar da katılmıştı isot namında ve bu acı tat acayip bir haz veriyor o gün bu gündür.
Gidenler gittikleri yerlerde yeni şeyler görüyorlardı haliyle. Önce adlarını taşırlardı evlerine. Buzdolabı, kapılarda araba, odaların baş köşelerinde televizyon, karyola, çekyat, koltuk… eşya üstüne eşya. Muhabbetleri tüm mevsimleri doldururdu. Sonra yavaş yavaş kendileri gelmeye başladılar. Uzayan ihtiyaç listeleriyle birlikte mevsimler de uzamaya başladı, hasretlerle beraber. Televizyon için Antep’e fıstık toplamaya, buzdolabı için Adana’ya pamuk toplamaya, karyola, koltuk, çekyat için Mersin’e portakal toplamaya gidilir oldu. Araba için Rize’ye çay, Ordu, Giresun’a fındık toplamaya gidildi sonra.
Urfa’ya giderken otobüslerin bagajlarını tırpanlarla dolduranlar bir süre sonra İstanbul, İzmir inşaatlarından dönerken aynı otobüslerin bagajlarını çanak antenlerle doldurur olmuşlardı. Uyduda yayın yapan Kürtçe televizyonlar girmişti hayatımıza. Bu yeni ihtiyaç için yeni bir sefer demekti. Kürtçemize yeni kelimeler girmişti bu arada. Temaşevan, mamoste, sipas...
Mevsimler ihtiyaçlara yetmez olmuştu sonra. Gurbet diye bitmeyen bir mevsim eklenmişti takvim yapraklarına. Güneşe akın varmış gibi aktılar coşkun bir nehri andırırcasına deniz kıyılarına. Nemli, sıcak, kavruk bir mevsimdi gurbet. Evlerimiz, arabalarımız, dairelerimiz, hatta villalarımız olmuştu ama ilginç bir yoksulluk çökmüştü üzerimize. Çünkü geride bıraktığımız çok şey vardı. Gide gele yoksullaşan Kürtçemiz artık bizi terk etmişti mesela. Anlıyor ama konuşamıyorduk.

Sakarya’da Şilan’ın suratında patlayan yumruğu kalbimin tam orta yerinde hissedince anladım. Meğer 20-25 koyun, bir buğday tarlası, mor sümbüllü bir yoncalık ve dolu dolu Kürtçe ile yerinde ağır bir taş imişiz.