Abdulaziz Tantik
TT

‘İnsan ortamdır’: İnsan edilgen mi, etken mi olmalı?

Şair, ‘İnsan ortamdır’ der. İnsanı var kılan ve belirleyen ortamın özelliklerinden beslenmesidir. İnsan, içinde yaşadığı olgu tarafından belirlenir. Bu belirlenim ile düşünsel ve davranışsal zemini kurulur.
İnsan, iradesi ile mevcudu eleştiriye tabi kılmadığı sürece belirlenimini devam ettirir. Sosyolojik olarak ‘İnsan kimdir’ sorusuna cevap, içinde var olduğu kültürün kodlarına göre betimlenir. Ama aynı soruyu eğer metafizik üzerinden sorarsak; o zaman da mevcut kültürün ürettiği bir metafizik algısı üzerinden cevap verilir.
‘İnsan kimdir’ sorusuna verilecek cevaplar, aynı zamanda metafizik, sosyoloji veya siyasal tercihlerle birebir ilişkili olarak ortaya konur. 
İnsanın, etkileşim içinde var olduğu bilinen bir gerçekliktir. Bu etkileşim ise sahip olunan düşünce biçimlerinden bağımsız değildir. Bu yüzden sorgusuz sualsiz mevcut olana teslimiyet insanı onun sınırları içine hapseder ve tanımlamaya müsait kılar.
Sorun, mevcut kültürün temel kodları içinde doğru ve yanlışın iç içe var oluşu ve doğrular üzerinden yanlışlara meyyal bir bakışın izlerinin varlığıdır. Çünkü kısmi doğrular, kısmi yanlışları kendi doğrusu üzerinden betimleyerek onu meşru zemine taşır. Bu da kültürün kirlenmesini ve hastalıklı bir karakterin oluşumuna sebebiyet verişi kolaylaştırıyor.
İnsan, içinde yaşadığı keşmekeşlik içinde genellikle kaybolur. Bu da kendi insanlığını azaltan bir şeydir. İşte kişi, içinde mevcut olduğu durumu, içinde yer alması gerektiği durum ile değiştirme çabalarına aralıksız devam etmeli ve bu konudaki iradesini sürekli beslemelidir.
İnsan, istemediği bir şeyi yaşamaya mecbur kılındığında veya olduğunda güçlü bir yabancılaşma hissi tarafından sarmalanır. Bu yüzden, anlamsızlık gelip boğazına saplanır. Bu da ilişkilerini sorunlu hale getirir. Meselenin özü, yaşadığın gibi değil, yaşamayı düşlediğin gibi olmaya çalışmak insanı daha çok insan kılar...
İnsanın kendi ‘koza’sından çıkmayı istemesi, ilk başlangıç adımıdır. Çünkü insan muhakeme sahibidir. Ancak muhakeme yapabilmek için iki olguya sahip olmak, iki düşünce ve düşünme biçimini görmeyi ve sahip olmayı zorunlu kılar.
İki olgu olmadan bir muhakeme ve mukayese imkânı oluşmaz. Salt kendi kültürü içinde yaşayan ve kendi kültürünün dışındaki kültüre dair bir bilgisi, tecrübesi olmayanın, kendi kültürüne yönelik teslimiyeti, tek seçeneği olacaktır.  
Bir kültür, insanı bu kadar tahakküm altına almamak için kendi içinde reel ile ideal olan, bir başka isimlendirmeyle ‘olan’ ile ‘olması’ gereken arasındaki ayrımı aktarması şarttır. Çünkü reel ile ideal olan arasındaki gerilim, kültüre yönelik oluşacak eleştiri için şüphenin zeminini kurar. Bu zeminden hareketle insan, içinde bulunduğu kültürü eleştiriye ve muhakeme ile mukayese yapma imkânına kavuşur.
Mevcudu oluşturan kültürün kodlarını tartışmaya açabilmenin yolu ise farklı bir kültürün kodlarına dair bilginin varlığına sahip oluşumuzla ilişkilidir. Bir karşılaştırma iki farklı şeyin varlığını zorunlu kılar. Aynileşmiş bakış, düşünce ve yaklaşım biçimi ise muhakeme ve mukayese yeteneğini felç eder. Bu da insanı kendisinden uzaklaştıran bir süreci inşa eder.
Bir kültürün eleştiri adabını inşa etmesi, kendisinin gelişim dinamiklerini süreklileştirerek var oluşunu sağlama alması adına çok önemli bir olgudur. Bu olgu kültürün dinamizmini göstereceği gibi onun sürekli kendisini yenilemesine de imkân sunar.
İnsan, sorgulamasını bilen ve uygulayan bir varlıktır. Bu özelliğini kaybettiği andan itibaren ise tahakküm altına alınmaya ve sömürülmeye açık bir yapı arz eder. Mevcut kültürün iyi veya kötü oluşu kadar, olumlu veya olumsuz niteliklere sahip oluşu da önemlidir. İşte bu durumu netleştirecek olan şey eleştiri ahlakıdır.
Eleştiri, bir şeyin olması gerekenle ile irtibatını sağlamaya matuf oluşu, hakikatin açığa çıkarılmasına vesile olur. Tabii ki eleştiri salt hakikatin ortaya çıkarılmasına matuf bir eylemlilik değildir.
Bilakis, iyiyi, güzeli, doğruyu, olumsuzu, kötüyü, çirkini, gereksiz ve anlamsızı da ortaya koyma adına önemli düşünme zeminidir. Hatta daha iyi ve daha kötü kadar, daha doğru veya daha fazla yanlış gibi ara katmanlar açısından da vazgeçilmezdir.
Mevcudun dışına çıkmak derken kastedilen, mevcudun olaya, olguya, varlığa verdiği anlamın yeterliliğini veya yetersizliğini yeniden tartışacak bir zemine yaslanmadır. Örneğin, bugün modern batı kültürünün baskın karakteri mevcudu oluşturmaktadır. Bu mevcut durumun dışına çıkma olasılığı çok azdır.
Ancak, modern kültürün kodlarının oluşturduğu bir yaşamı tecrübe ile bilmekteyiz. Tarihi olanda ise bu tecrübe dışında bir kültürün varlığı ve o kültürün kodlarının farklılığını da biliyoruz. O zaman yapılması gerekli olanın iki kültürü ve kodlarını karşılaştırmalı bir şekilde, ama mevcudun baskısına yenik düşmeden, insanın neliği ve olması gerekenin ne olması gerektiği hususunda bir mukayese ve eleştiriye tabi kılmaktır.
Bunu gerçekleştirmek için hem tarihi olanın neliğini, hem içinde var olduğumuz modernliğin neliğini, hem de an açısından kendimizi doğru bir şekilde tanımlayarak mukayese yapıldığında bizi doğruya, gerçeğe ve dolayısıyla hakikate taşıyacaktır. Bu arada insanın neliğine dair bir bakışımızın kaçınılmazlığını da kaydedelim buraya…
‘Sen kimsin’ nidasına ismini haykırarak cevap veren insan! Bu doğru bir cevap mıdır? Kim sorusu kimlik sorusunu içermektedir. Kastedilen şey, mevcudu sorgulamak değil, asli hüviyetini hatırlatmak olabilir. Ki öyledir de… Bu inceliği görmeyen insan, ben işçiyim, ben memurum, ben öğretmenim, ben öğrenciyim, ben patronum, ben tüccarım, ben âlimim, ben aydınım, ben entelektüelim, ben siyasetçiyim, ben bürokratım, ben bakanım, ben başkanım diyerek zinciri uzatabiliriz. Ama bu tanımlamaların hiçbiri senin kimliğini, şahsiyetini ve varlığını tam olarak betimlemez. Belki mevcudun içindeki konumunu belirginleştirir.
‘Kim’ sorusu, felsefi bir soru olarak düşünülmelidir. O zaman cevabı da felsefi olarak verilmelidir. Bu yüzden felsefi bakışların farklı insan tanımları söz konusu edilebilir. Ortak noktaları da olmakla birlikte…
Ama ‘gönderilmiş dinlerin’ insan tanımı hep aynı özelliği taşır. Nüanslar ise asıl kimliği değişime uğratmaz. Bu yüzden kim sorusuna felsefi cevaplar ile dinin cevabı arasındaki mukayese ile başlamak kişinin kendisini tanımlaması açısından önemliliğini el an hala korumaktadır.
Modernliğin kendi içinde farklı insan tanımları söz konusu edilir. Ama en temelde insan için yaptığı tanım soyutlanarak düşünme melekesine yapılan gönderme ile betimlenir ki bu felsefi bakışında ortaya koyduğu ve insanın belirgin özelliği olarak görülen tanımıdır.
İnsan salt düşünme melekesi ile diğer varlıklardan ayrı bir konuma sahip oluşu kendi başına bir anlam mıdır?
Bu soru hala cevabı aranması gerekli olana işaret eder. Bir insanın kendi başına düşünmesi elbette ki değerli bir olguyu gösterir. Ama o düşünme melekesini hangi kıstaslara ve ilkelere göre çalıştırdığı bir o kadar önemli görülmelidir. Bu yüzden insanın varlığının anlamını içeren bakış, insanın düşünme istidadına sahip oluşundan az önemli değildir.
Birbirini tamamlayan unsurlar olarak görülmesi insan kalmayı icbar eder. Temel soru ise; ‘İnsan, düşünme istidadı taşıması ile birlikte kendi anlamını bulabilecek bir özelliğe sahip midir? Bu konuda istisnai olan var mı?’ sorusu ile birlikte olma ihtimalini bir tarafa bırakmadan diyebiliriz ki, genel olarak insan, etken olmaktan çok etkilenen bir varlıktır.
Bu yüzden çevresel faktörlerden sürekli etkileneceği için salt doğruya ulaşması çok güçlü bir süreci ve doğruya ulaşmayı zorlaştıran sorunlarla boğuşmayı göze almayı içerir. Ancak ed din, bizzat Yaratıcı tarafından rahmeti ile kendisine ‘bilgi’yi göndermiş ve gönderme işini de kendisinden biri vasıtası ile gerçekleştirmiştir. Bu güvenin sağlanması ve iletişimin güvenliği açısından önemli bir durumdur.
Elbette ki her bilgi tarihsel koşullar tarafından bir kirlenmeye tabi kılınır. Bu dini bilgi açısından da böyle kabul görmüştür ki sürekli yeni bir peygamber ile yenileme imkânı sunulmuştur. Son din İslam ise Kuran ile birlikte değişmeye kapalı bir anlam ve lafız ile korunarak insan için sürekli bir mukayese zemini sunmuştur. Bu durum, insanın rüşt sahibi oluşunun teminatı olarak görülmelidir.
İnsan, isyan ederek kendi insanlığına yeniden kavuşur. Buradaki isyan, kötüye, cehalete ve zulme karşı bir isyandır. Hakikate, doğruya, gerçekliğe karşı bir isyan, sadece insanı insanlığından uzaklaştırır.
O zaman insana dikte edilen mevcudu sürekli eleştiriye tabi kılarak kendi doğrularımıza ulaşma sebeplerini yoklamalıyız. İnsan olarak bizde var olan vicdan meselesini ise bir temel basamak olarak kullanmalıyız.
İnsan, kendi mevcudunu oluşturarak kendi kimliğini ve şahsiyetini yenilemeyi başardığı zaman hem insan olur, hem insanın değerini ortaya koyarak insana bir ihtiram kazandırır. Bu Yaratıcıyı hoşnut eden bir tutum olacaktır. Bu hoşnutluk ise insanı sürekli daha da çok insan olmaya yönelterek varlığının anlamını bulmasına neden olur.
Evet, insan etkileşim içinde var olur. Ancak edilgen değil, etken bir varlık olarak sahada olması gerektiği bedihidir. Mevcudun tamamen dışına çıkarak yeni bir mevcut durum oluşturacak bilgiye, iradeye, basirete ve firasete sahip yaratılmışlar içinde tek varlık insandır. O zaman insan, kendisini gerçekleştirme adına kendisine sunulanı değil, olması gerekeni dikkate alarak yola çıkmalıdır. Önce kendi neliği etrafında bir bakışa, sonra ise kendi anlamını ve bu anlam ile oluşturulacak anlam dünyasına sahip olmalı ki ‘hoşnutluğu’ elde etsin…