Hazım Sağıye
TT

Peki ya Müslümanların kendileri?

Fransa’daki son olaylardan sonra Müslümanların Fransa’ya tepkisi ile Çin, Myanmar ve Hindistan’a tepkisini karşılaştıranların sayısı az değildi. Fransa’da karikatürlerin yayınlanması, bazı İslam ülkelerindeki protestoların ve boykot çağrılarının eşlik ettiği bir suç dizisine yol açtı. Oysa Çin, Myanmar ve Hindistan’daki cezalandırma sistemi, sadece Müslümanlara yönelik kamplar, cezaevleri, yasalar ve öldürme eylemlerini içeriyor. Buna rağmen, Müslümanların bu ülkelere yönelik tepkisi ve öfkesi daha düşük seviyelerde.
Elbette, kendisinin ve liderlerinin çıkarları için kitleleri bir ülkeye karşı tahrik ederken diğerlerine karşı tahrik etmeyen ülke ve hükümetlerin de kesinlikle bunda bir rolü var. Bugün Ankara, bu politikayı en çok uygulayanlardan biri. Bunun bir başka nedeni, hassas olarak tanımlanan İslam-Avrupa ilişkileri olabilir. Bu, Arapların ve Müslümanların Çin, Hindistan ve Myanmar ile ilişkilerinde benzer bir yoğunluğa sahip olmayan, karmaşık, çok yönlü ve uzun bir geçmişi olan bir konudur.
Ancak, muhtemelen daha önemli bir mesele daha var. İngiltere’de 1989 yılında Salman Rüşdi’nin “Şeytan Ayetleri” romanının yakılmasından bu yana, Müslümanların bireysel ya da kolektif olarak maruz kaldıkları ırkçı bir uygulamaya karşı şiddet eylemleri bir yana büyük çaplı protestolar dahi görülmedi. Müslümanlara zarar verebilecek yasalara karşı geniş ve sert kitlesel pozisyonlar ve tepkiler gösterilmedi. Bu tür eylemler, din ve inanç olarak İslam’ı hedef aldığı söylenen kitaplar, karikatürler ve makalelerle sınırlı kaldı. Batı ile savaşın doruğunu oluşturan 11 Eylül 2001 saldırılarını düzenleyen teröristler bile bunun için ABD askerilerinin Müslüman topraklarındaki varlığını bahane göstermişlerdi. Müslümanların yaşadıkları acılardan bahsettiklerinde de İslam’ın ebedi düşmanı, "Haçlılar" ve "Yahudiler"in eylemleri nedeniyle acı çeken Müslüman halkları kastediyorlardı. Radikal İslami gruplar bir kez bile istikrarlı toplumlarda bireysel olarak Müslümanların durumlarını gündeme getirmemişlerdir. Bu Müslümanlara yönelik herhangi bir siyasi planları ya da ekonomik talepleri olmamıştır. Bu, El-Kaide gibi ne bireyin ne de istikrar, politika ve ekonominin sözlüğünde yer almadığı bir örgüt için zaten söz konusu değil. 11 Eylül saldırıları, kültür, medeniyet ve kimlik savaşları olarak adlandırılan savaşta ve küreselleşmesinde önemli bir dönüm noktası oldu.
Başka bir deyişle, İslam dünyasının Batılılara özellikle de Fransa’ya karşı tepkisinde, bireyler veya gruplar değil, kavram, inanç ya da dava tam anlamıyla baskındır. Onların yorumlama biçimine göre tek önemli konu; İslam’dır. Birey olarak Müslüman hiçbir şekilde söz konusu değildir. Onların İslamlarında Müslümanların yeri yoktur.
Buna benzer bir tutumla “Filistin davası ve insan olarak Filistinli” konusunda da karşılaşıyoruz. Filistin davası tek başına kutsal ve kolektif öfkeyi uyandıracak bir meseledir. Bu teorinin en iyi sembolü, Mescid-i Aksa’ya dair bakış açısı ve burada namaz kılma konusundaki sözlü ısrardır. Bu davaya bağlı olan ama dinle ilişkileri olmayanlar bile zaman zaman özelikle Aksa’da namaz kılma arzusuna kapılırlar. Ancak birey olarak Filistinliler ile şu veya bu ülkede maruz kaldıkları muameleye gelince, bunlar hiçbir şekilde önemli değildir. Böylece, Suriye rejimi gibi bir rejim bile Filistin davasındaki net tutumu nedeniyle övülüp yüceltilebilir. Ancak Filistinlilere yönelik zalim ve baskıcı tutumu, onları öldürmesi dikkate bile alınmaz.
Bütün bunlar nedeniyle, tekrar tekrar insan yerine dava ve kavram etrafında merkezileşmiş bir siyasi kültürle yüzleşiyoruz. Dava büyüyüp şiştikçe insan-birey onun arkasında kayboluyor. Bu, diğer hususlarla birlikte, kullanılması halinde Batılı ve demokratik toplumlarda Müslümanların konumunun gelişmesini ve iyileşmesini sağlayabilecek araçları zayıflatıyor. Böylece, örneğin seçimlere katılımlarını artırmak, daha sonra da güç dengeleri, yasama ve karar mekanizmasını etkileyecek siyasi ittifaklar kurmak gibi farklı davranış ve uygulamalar vasıtasıyla bulundukları toplumlarla yaşamaya, daha az hazır oluyorlar. Tabi ki göç, oturma ve çalışma izinleri konusunda kendilerine yönelik faydacı bakış açıları ve maruz kaldıkları haksızlıklar hakkında çok az şey söyleniyor. Bütün bunlar hiç dikkate alınmıyor, çünkü onlar neredeyse bir hiç.
Böylelikle Müslüman birey ile Avrupa ​​toplumu arasındaki mesafe artarken, hiç kimse bu mesafenin kısaltılmasıyla ilgilenmiyor. Bunun sonucunda, davayı savunmak adına yaygınlaşan suça paralel olarak, Marine Le Pen gibi ırkçı ve popülist politikacılar ön plana çıkıyor. Bunun ceremesini de sadece Avrupalı Müslümanlar çekiyor. Onlar sıkıntı çekerken biz, İslam düşmanlarına meydan okumakla, direnmekle ve davamız için kazandığımız zaferle övünüyoruz.
Bu yönelim, bizde yaygın olan kültürel üretimdeki bir özden besleniyor. Bu öz, “temsil”, “imaj” ve Batı medyasında “İslam’ın nasıl ele alındığına” odaklanır. Yahut Batı teknolojisi ve oryantalizmine, hatta belki de yarın bir gün ilaçlarına ve tıbbına karşı uygulamamız gereken boykot üzerinde durur. Bizler bu sahte savaşlarda sadece, askeri savaşlarda elde ettiğimiz "ilahi zaferlere" benzer "zaferler" elde ediyoruz. Bütün bunlara bir de, Müslüman bir birey olmayı neredeyse imkansız bir hale getirmek için bütün Müslümanlara tek bir birey gibi davranan “terörle mücadele” ve İslamofobi eklenmektedir.