İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Biden yönetiminden umut etmeye hakkımız olanlar

Seçilmiş ABD Başkanı Joe Biden'ın bile 20 Ocak'ta başlaması beklenen görev süresiyle yüzleşeceği sorunlarla ilgili benimseyeceği politikaların detaylarından tam olarak emin olmadığı söylenebilir ve bu son derece doğaldır.
Bütün tecrübeli devlet adamlarının bir anda yok olmayacak kanaatleri olduğu, Biden’ın en güçlü küresel gücün en yüksek ikinci pozisyonunda (başkan yardımcılığı) 8 yıl görev yaptığı, 1973-2009 arasında ABD Senatosu’nda bulunduğu doğru. Ancak, deneyimli ve pragmatik politikacı ile ideolojik politikacıyı aynı kefeye koymak doğru olmaz.
Dahası, bir lider ne kadar tecrübeli olursa olsun, iç ve dış politikanın tüm meseleleri hakkında bilgi sahibi olamaz. Bu nedenle, kıdemli danışmanlar, başkanın yönelimlerini şekillendirmek ve kristalleştirmede hayati bir rol oynarlar. Bu, her ABD başkanı döneminde görülebilir. Mesela, oğul George Bush döneminde en etkili isimlerden biri başkan yardımcısı Dick Cheney idi. Bill Clinton, dışişleri bakanı Madeleine Albright ve Senato’daki Demokrat çoğunluğun lideri senatör George Mitchell’in görüşlerini takdir ederdi. Ondan önce, baba George Bush döneminde de James Baker ve General Brent Scowcroft parlamışlardı. Bu listeyi uzatabiliriz.
Ayrıca, Biden'ın özellikle dış ilişkilerde kurduğu (kurmaya devam ettiği) ekibe de dikkat edilmeli. Seçilmiş Başkan’ın 2007-2009 yılları arasında ABD Senatosu Dış İlişkiler Komisyonu başkanlığını üstlendiği de unutulmamalı. Keza Biden, İrlandalı bir Katolik - İngiliz kökenli - ve Avrupalı ​​liderlerle yakın ilişkilere sahip olmasının yanı sıra Ortadoğu meselelerinde de tecrübeli.
Şu ana kadar açık ve net olan, Biden'ın, Donald Trump yönetiminin verileri tutarlı bir stratejiye bağlamayan yalnızcı (izolasyonist) ve sağı solu belli olmayan bir popülizm ile benimsediği geri çekilme sloganlarına bağlı kalmayacağıdır. Seçilmiş Başkan ve bazı yakın danışmanlarının açıklamalarından, geleneksel Avrupalı ​​müttefiklere karşı daha olumlu ve daha az kışkırtıcı yeni bir sayfa açmaya hazırlandığı sonucu çıkarılabilir.
Avrupa, Washington'un yeni politikaları için ilk ve en yakın test alanı. "Soğuk Savaş coğrafyası" kalıntıları üzerinde genişleyen Avrupa Birliği (AB), özellikleri Ukrayna ve Gürcistan'da, hatta Suriye’de ortaya çıkan Rusya'nın rahatsız edici yeni yükselişiyle karşı karşıya bulunuyor. Moskova'nın siber dünyadaki bazı girişimleriyle Batı toplumlarına ve kurumlarına nüfuz ettiği, siyasi olarak da seçimlerine müdahale edip aşırılık yanlısı örgütlerini desteklediği iddialarından bahsetmiyorum bile.
Yeni Demokrat yönetiminin, Rusya sorunuyla başa çıkma konusunda Avrupa'ya büyük önem vereceğini düşünüyorum. Aynı şey – ayrıntılardaki bazı farklılıklarla- Uzak Doğu ve Çin’in yükselişi meselesi için de geçerli. Nitekim birkaç gün önce, ABD Ulusal İstihbarat Servisi Direktörü John Ratcliffe'in ABD'ye yönelik "Çin tehdidi" konusundaki uyarıları dikkate değerdi. Gerçekten de Çin'in varlığı, Uzak Doğu ve Afrika'da mevcut, somut ve ağırdır. Dünyanın başka bölgelerine doğru hızla ve istikrarlı bir şekilde genişlemektedir.
ABD için Batı yarımküre dışında stratejik öneme sahip üçüncü bölgeye yani Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya gelince, burada ABD’nin hesaplarında önemli bir yer tutan birkaç konu var; petrol, İsrail’in güvenliği, terör ve göç. Washington’da bu bölgenin meseleleri ile uğraşanlar belki de bu 4 konu ve diğerlerinin anahtarlarının ne olduğunu çok iyi biliyorlar. Bu anahtarlar ilk olarak 4 bölgesel güç, yani Arap ülkeleri - uzun süredir devam eden bölünmelerine rağmen - İsrail, İran ve Türkiye, ikinci olarak da bölgedeki Rus ve Çin müdahaleleridir.
Joe Biden’ın önemli bir ortağı olduğu Barack Obama yönetimi bölgeye dönük politikalarında doğrular gibi hatalar da yaptı. Ancak nihai sonuca baktığımızda, hatalarının, başardığından ya da başardığını sandığından çok daha büyük ve tehlikeli olduğunu görürüz. İran rejimi içindeki ılımlı kanada oynayarak kendisiyle bölgesel bir stratejik bir anlaşma imzaladı. Ancak bahsi geçen anlaşmada aşağıdaki boşluklar vardı:
- Obama, anlaşma ve taahhütlere önem vermeyen, daha önce de nükleer programının ayrıntıları hakkında uluslararası topluma yıllarca yalan söyleyen yayılmacı teokratik-milisçi bir rejimin demokrat ve ılımlı kanadına güvendi.
- Tahran rejimiyle varılan nükleer anlaşma, kendisini herhangi bir nükleer projenin siyasi boyutlarıyla ilişkilendirmekten kaçınarak tamamen teknik noktalara odaklandı. Obama yönetimi böylece, İran'ın, nükleer silah edininceye kadar ertelediği şeyi, sahada siyasi olarak elde etmesine olanak sağladı.
- Washington, Irak'tan Yemen Suriye ve Lübnan’a kadar mezhepçi genişleme projesi konusunda Tahran'ı memnun ederek, bu ülkeler ile Arap dünyasındaki diğer ülkelerdeki Sünni bileşeni kendisine düşman edindi. Sonuç, Tahran ile vardığı anlaşmayı meşrulaştırmak için şeytanlaştırdığı radikal Sünni siyasal İslam güçlerin (Hamas gibi) yükselişi oldu. Obama yönetimi bu politikasıyla, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “haksızlığa uğrayan Sünnileri” savunma adına sahaya müdahil olmasının önünü sonuna kadar açtı. İsrailli Likud sağının uzlaşmazlığını ve saldırganlığını İran'ın genişlemesiyle yüzleşmek zorunda olmasıyla haklı göstermesini, bunun sonucunda Filistin ılımlılığının güvenilirliğinden geriye kalanların - ve onunla birlikte Filistin meselesine adil ve kalıcı bir çözüm şansının – yok olmasına neden oldu.
Bildiğimiz gibi, Obama yönetiminin yaşattığı acı hayal kırıklığının ardından en azından görünüşte tamamen yeni ve farklı bir yaklaşım benimseyen Donald Trump yönetimi geldi. Attığı ilk adım, Suriye’de rejime karşı “cezalandırıcı” hava saldırıları düzenlemek oldu. Fakat bunu, Beşşar Esed rejimini devirmek gibi bir niyetinin olmadığı anlaşılan açıklamalar takip etti. Ardından İran’ı hedef alan ve daha güçlü olan ikinci darbe geldi. Washington, nükleer anlaşmadan çekildi ve daha sert yaptırımları uygulamaya soktu. Trump’ın Tahran’a karşı tırmandırıcı politikası devam ederken 2020 başlarında İran Devrim Muhafızlarına bağlı Kudüs Tugayı Komutanı Kasım Süleymani öldürüldü. Son olarak da nükleer programının üst düzey yetkililerinden Muhsin Fahrizade’ye suikast düzenlendi.
İran ile ilgili olarak, Trump yönetiminin bu bölgesel dosyayı iyi yönettiği söylenebilir. Ancak Trump'ın İsrail'in Golan Tepeleri'ni ilhakını kabul etmek ve ABD büyükelçiliğini Kudüs'e taşımak gibi Likud’un politikalarını tamamen benimsemesi, Arap ülkeleri ile dostça ilişkilerini geniş çaplı bir temsile sahip İsrail hükümetine değil de Binyamin Netanyahu'nun şahsına bağlaması, Tahran’ın ekonomik olarak kaybettiklerini siyasi olarak kazanmasını sağladı. Sonuç olarak, Trump'ın Likud politikalarının tümünü benimsemesi, hem Arapların hem de İsraillilerin baskıdan bağımsız bir arada yaşama kavramına dayalı gerçek bir barış üzerinde anlaşma fırsatlarını kaybetmesine neden oldu. Dahası, bölgenin hiç de ihtiyacı olmayan ve gelecekte patlamaya hazır yeni mayınlar döşedi.
Bu nedenle, umulur ki Biden yönetimindeki "akıllılar”, bölgenin İranlı, İsrailli, Arap ve Türk  aşırılık yanlılarına bahis oynamaktan ve onlara güvenmekten kaçınırlar.
Gerçek bir arada yaşamanın temelleri, öteki ile karşılıklı saygı ve kabul ilkelerine, sözde dinsel "meşruiyet" sloganlarıyla yüceltilen hegemonya hayallerinden vazgeçmeye dayanır.