Prof. Dr. Ahmet Abay
Akademisyen
TT

Vahyin Mü’min şahsiyeti inşa süreci (1)

Kur’an’ın işe nereden başladığı bilinmek isteniyorsa, vahyin nasıl bir seyir rotasını takip ettiğinin de bilinmesi zarurilik arz eder. Hz. Peygamberin ve onun muhatap olduğu kişilerin şahsiyetlerinin nasıl inşa edildiğini bilmek, günümüz insanın şahsiyetini inşa etmede nereden başlanacağı hususunda karşımıza vazgeçilemez bir gerçeklik olarak çıkar. Çünkü insanlığa şahit bir ümmet olabilmenin yolu, ümmetin peygamberinin eğitildiği şekli ve gittiği yolu bilmekten geçer.
Peygamberin nasıl şahit olduğu bilinmeden hakkıyla bir şahadetin gerçekleşmesi mümkün değildir. Peygamberden öğrenilen bir şahitlik, Peygamberin de bize şahitlik yapmasını sağlar:
“Ve işte böylece Biz sizi örnek bir ümmet kıldık ki insanlar nezdinde Hakk’ın şahitleri olasınız ve Peygamber de sizin hakkınızda şahit olsun…” (Bakara, 2/143)
İnşa sürecine başlanırken Kur’an’ın bir bütün olduğu, konuların iç içe geçtiğini ve konulara bu bütünlük içerisinde yaklaşılmasının gerekliliği asla unutulmamalıdır. Kur’an’ın bütünlüğünü göz önünde bulundurmanın zaruri oluşunun yanı sıra, vahyin başlangıç aşamasında indirilen ve özellikle ilk dönemde indirildikleri hususunda nerdeyse bir ittifak olan surelerde önceliğin neye verildiğini tespit etmek kanaatimizce önemlidir.
Bu surelerin bir kısmını zikretmek gerekirse ilk olarak; Alak, Fatiha, Kalem, Müzemmil, Müddesir, Leheb, Tekvir, A’la, Leyl, Fecr, Duha, İnşirah, Asr, Adiyat, Kevser, Maun vd. sayılabilir. Bu sureler vahyin ilk döneminde getirilen tekliflerin ve öncelikli ele alınan konuların ne olduğu konusunda fikir verebilir.
Kur’an’ın indiği dönemde ele alınan konuların ve yaşanılan olayların tarihselci bir bakış açısıyla geçmişte kaldığı ve günümüzde bir kez daha tekrarlanmayacağı düşünülüyorsa ortada ciddi bir yanılgı var demektir. Çünkü uzun asırlar geçse de insanın temel ihtiyaçları, eğilimleri ve fıtratı değişmeyecektir.
İnsan ve insanlık geçmişte olduğu gibi bu gün de cahiliyetin karanlığına yönelebilmektedir. Bu karanlıktan çıkabilmesi içinde mutlaka ve mutlaka vahyin aydınlığına ihtiyacı vardır. İnsanların bir kısmı kendilerini istiğna içerisinde görseler de bu böyledir. Bu istiğna içinde oluş, insanı tuğyan etmeye sürüklemektedir.[1]
Zamanın geçmesiyle insanın temel yapısının pek değişmediğini gösteren hususlardan birisi de Kur’an’ın kişileri ve hadiseleri ele alış tarzıdır. Kur’an, Ebu Leheb’ten bahsederken sadece Abdulmuttalib’in oğlu ve Hz. Peygamberin amcası olan zatı kast etmez. Ebu Leheb zihniyetini kast eder ve onu eleştirir.
Bu asırlardır böyle anlaşıldığı içindir ki önemli şairlerimizden biri olan Arif Nihat Asya, kaleme almış olduğu meşhur naat’ında bu hakikati şöyle dillendirir:
“Ebu Leheb öldü” diyorlar./Ebû Leheb ölmedi, yâ Muhammed /Ebû Cehil kıt’alar dolaşıyor!” 
Kur’an’ın öncelikli olarak oluşturmak istediği anlayış bireyle başlayıp aileye uzanan, toplumla şekillenip nihai olarak devlette son bulan bir anlayıştır.
İnsanlar anlayışlarını ve dünya görüşlerini oluştururlarken sahip oldukları anlam dünyasından hareketle bunu yaparlar. İnsanlar anlam dünyalarını iki şekilde oluştururlar, biri doğuştan gelen diğeri ise sonradan çeşitli vesilelerle elde edilenler. İnsanın bu yönünü en iyi bilen hiç şüphesiz onu var eden güçtür.
İnsanın anlam dünyası, onun hayatına yön veren en önemli unsurlardan biri olduğu içindir ki Kur’an, daha nüzulünün ilk dönemlerinden itibaren bu dünyanın Allah’ın istediği tarzda şekillendirme sürecini başlatmış ve bunu nüzulün sonuna kadar sürdürmüştür.
Bu sürecin sonunda birey, ‘Kur’an’i bir bakış açısı ya da anlam atfetme kabiliyeti kazanacak ve hayatında karşılaştığı nesne, varlık ya da olaylara bu doğrultuda bir anlam atfedecektir.[2] Zaten hedeflenen de tam olarak budur.
Anlam dünyası denilen şey aslında hayatın zihinsel yönünü teşkil eder. Allah’u Teâlâ da insan hayatını inşa ederken öncelikle onun zihin dünyasını inşa etmeyi istemektedir. Bunu nasıl yaptığıyla ilgili birçok örnek görebilmek mümkündür. Ama öncelikle “İlah/Tanrı” tasavvurunu değiştirdiğini ifade etmek mümkündür.
Kur’an’ın indirildiği ortamda var olan “ilah” anlayışları hedef alınmakta var olan yanlış ve çarpık anlayışlar ifade edildikten sonra hakiki bir ilahın sahip olması gereken nitelikler ortaya konmaktadır.
Kur’an insanın zihin dünyasını inşa ederken, bir taraftan da varlık dünyasını tanıması ve onu anlamlandırmasını şekillendirir. Kur’an, bireyin dünyasında yer alan hem soyut varlık alanını hem de somut varlık alanını kendine mahsus bir tarzda inşa etmek suretiyle, adına Kur’ani ya da İslami denebilecek ontik bir düzen ve bunu ele alan bir ontoloji sunar.
Sunulan bu ontik düzen ve ontolojinin temel karakteri “Allah merkezli” olmasıdır. Bunun anlamı şudur: Kur’an, ister soyut ister somut olsun herhangi bir varlığı ele alıp, ondan söz ettiği ya da ona herhangi bir şey atfettiği zaman, tüm bu yapıp etmeler daima hep Allah merkeze alınarak gerçekleştirilir.[3]
İnsan, varlıkları tanımlarken “Hakk” ve “halk” merkezli bir tanımlama yapması için alıştırılır. Çünkü varlıklar da tanımlanırken “Allah merkezli” bir tanımlaya tabi tutulmak durumundadır.
Bu anlayışla zihni inşa edilen birey, kendisin mahlûk, Allah’ın ise Halik olduğunu bilir. Bu bilgi, Yaratıcının varlığına götürür bireyi. Çünkü yaratılan varsa Yaratan da vardır. Böylece mahlûk, Halık’ın varlığının bir alameti/ayeti olur.
[1]Alak, 96/6-7.
[2] Ramazan Ertürk, “Kur’an’ın Bireysel hayatı inşası”, VII. Kur’an Sempozyumu, Fecr Yayınları, Ankara, 2005, s, 144.
[3]Ertürk,  s. 145.