Abdulaziz Tantik
TT

Düşünmede bir yöntem önerisi

Mevcut düşünme yöntemlerinin bugünün insanının sorunlarını çözme konusunda ciddi zaaflar taşıdığı tecrübe ile görülmektedir. Herhangi bir biliş zemininden hareketle ortaya konulan yöntem, sınırlı ve kendi alanında bir işleve sahip olduğu düşünülebilir. Ki bu konuda da bir müphemiyet olduğu yapılan tartışmalardan bilinmektedir. Yöntemde sorun ise; sınırlı bir zeminde oluşmuş yöntemin bütüne dair ve kendi alanının dışında da yetkeye sahip olduğu ideolojisi üzerinden hem sorun üretme ve hem de sorunlara çözüm önerilerinde bulunmasıdır.
İnsanlar çok güçlü bir yabancılaşma ve çok ciddi bir sahicilikten uzaklaşma sorunu yaşıyorlar. Çünkü mevcut bilgi ve birikim ile hareket edilen ve aslında her bilme sürecini kendi yararına kullanan sermayenin varlığı, daha çok güç kazanma ve bu gücü sınırsız bir şekilde kullanma isteği sorunun bizzat kendisidir. Bütünü dışarıda tutan her yaklaşım, sorunun katmerleşerek varlık kazanmasına neden olmaktadır. Sadece kendi ülkemize bakmak bile yeterli iken; batı ülkeleri dâhil diğer bölgelerdeki ülkeler ve özellikle de İslam coğrafyasına bakıldığında sorunun ağırlığı kendini gösterir. Çocuk bedeni üzerinden oluşturulan Pazar, küçük kız çocuklarının istismarı gibi artık medyada bile yer bulan haberler ile insanların anlamsızlık girdabı içinde sürekli ilaç alma ihtiyaçları da bunu açık bir şekilde gösterir. Psikiyatri ve psikologlar boş durmuyor. Bu da bugünün insanlarının öyle rahat olmadığını gösterir. Ayrıca zengin fakir ayrımının sürekli artan istatistiği ve payı, açlıktan ölen insanlar, kendisine yeterli olmayan kişilerin intiharı vesaire düşünüldüğünde sorunun hem birey ve hem toplumsal düzende bir karşılığının olduğu açıktır. Son dönemde oluşturulan yabancı düşmanlığı, ırkçılığın artarak destek bulması ve kendi ülkelerinde kalan yabancılara yönelik şiddet eylemleri de bir sorun olarak orada durmaktadır. Özellikle bu yabancı düşmanlığı üzerinden oluşturulan şiddetin batı ülkelerinde Müslümanlara yönelik gösterilmesi de dikkate şayandır.
İslam dünyasında da yöntem arayışları olmakla birlikte hala mevcut sorunları çözüme kavuşturacak bir entelektüel derinliğe ulaşamadığı gözlenmektedir. Zaten Müslümanların yaşadığı ülkelerde de sorunlar aynı şekilde devam etmektedir. İnsan haysiyeti, hukuku, adalet ve eşitlik bağlamında sorun her yerde aynı durumdadır. Batı düşüncesi kendi içinde yeni arayışlara yönelmekte ve ciddi adımlar atmaktadır. Ancak siyasi irade bu adımları yeterli düzeyde desteklemediği gibi bir intiba var. Çünkü yöntemi değiştirdiğinde bu günkü konumunu muhafaza etmesini sürdüremeyeceği açıktır. Ayrıca batıda iktidarı bir şekilde kendi uhdesinde bulunduran sermaye, yeni arayışları kendi iktidarını muhafaza etme adına kullanmaktadır. Bu yüzden sürekli dünyanın başına yeni belalar üretilmekte ve ülkelerin kendi içlerinde bir bütünlüğü sağlamalarına engeller oluşturulmaktadır. Latin Amerika ülkeleri, Asya, Afrika ve Uzak doğu da dâhil olmak üzere kendi hegemonyalarına karşı bir gücün oluşmaması çalışması bütün ağırlığı ile yürütülmektedir. Bu yüzden batıdan bu konuda ciddi bir katkı beklemek yanlış olur. İslam dünyası ise yeterli bir düşünsel zemine sahip olduğunu unutmuş görünmektedir. Ayrıca çok güçlü bir batı kültürü etkisi belirgin bir ağırlık taşımaktadır.
Düşünmenin önemini kavramak ile bir başlangıç yapılmalı… Düşünmede yöntemin ne kadar ehemmiyet kesbettiğini ise sürekli hafızada diri tutmalı…  Düşünmede hem geleneğin önemini, hem de ortaya konulmuş yeni düşünme yöntemlerini ideolojik özelliklerinden arındırarak anlamlı yerine koymayı bir hedef olarak önümüze koymalı… Bu yöntemin geleneğin ürettiği epistemik yapıyı dikkate alması gerektiği gibi modern epistemenin kendi alanında ortaya koyduğu bilgiyi de dikkate almalı…
Bu yüzden tek başına gelenek veya tek başına modernlik yeterli argümanı ve bilgiyi sunamaz. Bugün yaşayan bizler artık modernlik diye bir tecrübe olmamış gibi davranma imtiyazını kaybettik. Bu büyük bir yanılgıyı içinde taşır. Ama salt modernliğin kendi iç çoğulculuğunu da tek kaynak olarak kabul ettiğimizde yeni bir şey ve sorunu çözme arayışımızı nihayete erdirmiş oluruz. O zaman bu dilemmayı; yani gelenek ve modern epistemeyi birlikte mezcedecek bir yöntem bulmalıyız. Bu yöntemin temel özelliği ise kuşatıcı olmasıdır…
Kuşatıcı bir yöntem, var olan yöntemlerin kendi sınırlı alanlarının farkında olarak onlara yeni bir anlam yükleyerek insanın bir boyutuna değil, bütünlüğüne dair bir yaklaşım geliştirmenin imkânı olarak değerlendirilmelidir. Ama bu yöntemler arasında bir hiyerarşi kullanmak kaçınılmazdır. İnsan farklı boyutlara sahiptir: duygusal, rasyonel ve sezgisel boyutları vardır. İlişkiler ağını kullanırken bu üç boyuta da yaslanır. Bilge kişi, ilişkilerde, olay, durum ve olgularda hangi boyutu kullanacağı konusunda bir duyarlılıkla davranan kişidir. Bilim, Felsefe ve Din, kişinin farklı boyutlarına karşılık gelmektedir. İnsan yaşamını sürdürürken, farklı boyutlarda bu bilme süreçlerinden istifade ederek sürdürür. İnsan, yaşadığı şeyin nasıllığını açıklamak istediğinde bilime ihtiyaç hisseder.  Aynı insan, ilişkilerde, hak, hukuk, adalet ve anlam gibi temel değerlerin ortak bir kabule dönüşmesi için kavramsallaştırılmasına imkân tanıması ve ortak ilkelerde buluşma adına akli muhakeme, mantık ve matematik gibi temel yöntemlere ihtiyaç hisseder. Kişinin kendi öznelliğini aşması için akli yetisini kullanması zorunludur. Deney ve akıl insan açısından nicelik ve niceliğe dayalı nitelik ile ilişkili olarak katkı sunar. Ancak insan, varoluşsal kaygı, ontolojik güvenlik gibi temel değerlerde ve anlam alanında ise Din/vahye; sezgisel olana ihtiyaç hisseder. Kalbin itminanı ve ruhun sükûnu için yeter şart; sezgisel olandır. Burada sorulması gereken soru; insanın yaşamını sürdürmesini sağlayan şartlar mı, yeryüzünde bulunuşunun anlamını sorgulaması mı, ehemmiyetlidir.
Bugün yaşadığımız sorunların temelinde varoluşun kaygısı kadar ontolojik güvenlik gibi temel anlam alanlarına dair bir hiçliğin kategorik üstünlük sağlamasıdır. Bu da insanı tatminsiz kılarak yeryüzünü cennete dönüştürme isteğini canlandırmaktadır. Ama insan ölümlü ve sonlu bir varlığa sahiptir. İşte modernlik bu sorunu yok sayarak çözmeye çalışırken bizzat sorunun kaynağı haline dönüşüyor.
İnsan, anlamdır ve amaçlı yaratılmıştır. İnsanın amacı ise yaratılışının gayesini gerçekleştirmek olmalıdır. Çünkü başka bir sonuç insanı tatmin etmemektedir. O zaman yaşadığı her anı anlamlı kılarak ortaya çıkan sorunların çözümünü başaracak bir kudrete sahip olabilir. Dünyanın geçiciliğini kabul eden bir yaklaşım, sahip oldukları üzerinden bir egemenlik arzusu duymaz. Bu da ortaya yeni bir anlam dizgesi ve mevcut sorunların geride kalarak çözümünü içinde taşıyan yeni bir yaşam alanına yönelmeyi mümkün kılar.
İşte bu noktada yöntemler arasındaki hiyerarşiyi, sorumuzun cevabı belirleyecektir. Zaten, kuşatıcı olan soyut olana tekabül eder. Çünkü maddi ve somut durumlar hep bir sınırlama ile bağımlıdır. Soyut alan ise kuşatıcılığını artırarak devam eder. Bu yüzden sezgisel/vahyi olanı temel ilke ve anlam arayışına cevap olarak düşünmeliyiz. Yani varoluşun kaygısı ile ontolojik güvenliği ancak sezgisel olana yaslanarak çözüme kavuşturabiliriz. Kuşatıcı bir yöntem için sezgisel olanı öncelediğimizde bilim ve aklı onun altında yorumlayarak insanlar arasındaki ilişkilerin niteliğini açığa çıkartabiliriz.
Ontolojik güvenliği aşmadan ilişkilerde meydana gelecek erdemli davranışı destekleyecek ve besleyecek ve onu zorunlu kılacak bir dayanak bulamayız. Sezgisel olana yaslandığımızda ontolojik güvenliğimizi sağlama alır ve bunun üzerinden ilişkilerimizi erdem ve iyi olana göre belirlerken anlam en temel dayanağımız olacaktır. Yani her şeyi kuşatan Allah, her şeyin sahibi olan Allah, her şeye gücü yeten Allah’ın insana vereceği mükâfat ve ceza bizzat erdemli davranmanın dayanağı olacağı için zorunluluk addeder. Bu zorunluluk tabi ki insan açısından imanın mücessem hale dönüşmesi anlamına gelir. İradi bir boyutu içerir.
Akıl, insanlar arasında ve kurumlar arasında sorunların çözümünü oluştururken tutarlılık ve mantıklılık üzere açıklama ve aradaki farkları dikkate sunma, gözlem ve deney ise meselenin nasıllığını belirgin kılar. Böylece insanlar kuşatıcı bir bakış geliştirirken, bütünü hesaba katarak anlam alanları oluştururlar. Bütün, her zaman parçaların toplamından farklı bir özellik taşır. İnsan, kendi parçalarının toplamından fazla bir şeydir. Bu her toplam için geçerli olana tekabül eder.
Bilim ve akıl/felsefe ile ilişkimizi kurarken, mevcut halleri içinde ideolojik bağnazlıklarını dikkate almayı değil; bilakis ideolojik varyantlarından kurtarılarak onları daha işlevsel kılmalıyız. Bilim, mekanik işleyişimizi kolaylaştırır. Akıl, bilerek veya bilmeyerek bir haksızlığı engelleme ve meselenin ortak bir idrake dönüşmesini sağlar. Sezgisel olan ise hep bir fazlayı işaret ederek aşkınlığı içerir. Aşkınlığı içinde insan, indirgemeci olamayacağı için sorunların çoğunu zaten elemiş olur. Bu aynı zamanda kişiyi geleceğe yöneltirken, ölüm sonrasına dikkat kesilmesini beraberinde taşıyacağı için de erdem ve iyiyi güçlendiren bir şey olarak etkinleşir.
İnsanın aşkınlığını, erdemini, iyiliğini ve sürekli iyi, doğru ve erdeme yönelişini sezgisel boyutu sağlar. Sezgisel olan, olabilecek yanlışı anında fark ederek düzeltilmesini de mümkün kılar. Sezgisel olanın öznelliğini insan, akıl ve bilim üzerinden nesnelleştirerek ortak bir idrake dönüştürür. Nesnel zeminin gerek şartı ise; bireyin ve kurumun öznel yapısını aşması adına birey ve kurumun kendi içsel/öznel mantığının dışına çıkmasını sağlamak ve başkasına aktarmaktır. İşte bu nesnel zemini kurmada akli ve bilimsel zemin gerekli şartları olgunlaştırmaya yarar.
Ezcümle bu yöntemin temeli, her şeyi kendi doğasına uygun bir şekilde yaşamda karşılığını bulmasına imkân tanımaktır. İnsan kendi öznelliğini nesnel bir zemine taşıyarak ortak bir idraki oluşturmalıdır. Bunun enstrümanları ise bilim ve akıldır. Sezgisel olanın öncülüğünde bilim ve akıl bir bütünlük içinde kuşatıcı bir bakış ile yönteme dönüşebilir. Bunu dikkate alarak düşünmeye devam edelim…