Abdulmunim Said
Kahire’de Mısır Gazeteciler İdaresi Meclisi Başkanı ve Kahire Bölgesel Strateji Çalışma Merkezi Yönetim Müdürü
TT

ABD ikilemi

Washington Post gazetesi 1 Mart’ta Ishaan Tharoor’un, ABD Başkanı Joe Biden’ın başa çıkması gerektiğini düşündüğü Suudi Arabistan ikilemini ele alan makalesini yayınladı. Suudi Arabistan’ın bir yandan ABD’nin stratejik ve ekonomik müttefiki olması, diğer yandan insan hakları meselesinde şu an Amerikan medyasından ve siyaset kaynaklarından duyduklarımız ışığında, Suudi Arabistan ikilemini anlamak zor değil. Bu tür yapay bir ikilem veya sorunsal, ABD-Suudi Arabistan ilişkileri (ve ABD’nin dünya ülkelerinin birçoğu ile ilişkileri) açısından yeni değildir. Geçmişte de vardı. Kadınlarla, azınlıklarla, gençlerin üretim ve siyasette yer almasıyla ilgili uzun bir suçlama listesi içeriyordu. Son birkaç yıldır Suudi Arabistan’da devam eden gelir kaynaklarının modernizasyonu ve çeşitlendirilmesi süreci ışığında tüm bunlar artık sona erdi ve konu olarak sadece Suudi Arabistanlı gazeteci Cemal Kaşıkçı'nın öldürülmesiyle ilgili çirkin olay  kaldı. Konuyla ilgili şaşırtıcı olan şey, ABD ile Suudi Arabistan arasında ne gerçeklerde ne de sonuçlarda bir anlaşmazlık olmamasıdır. İkisi de bir cinayetin varlığı, çirkinliği ve katillerin cezalandırılması gerektiği konusunda hemfikirler. Nitekim böyle de oldu ve katiller Suudi Arabistan’da yürürlükte olan yasalara göre yargılandılar. Aslında dünyanın çeşitli ülkelerinde de sık sık yetkilerini ve pozisyonlarını aşan kişilerin bu tür iğrenç suçlar işledikleri konusunda taraflar arasında bir fikir birliği vardır. Suudi Arabistan’da siyasi yetkililer, suçluları yargılayarak sorumluluklarını üstlendiler ve bu tür suçların bir daha tekrarlanmaması için gerekli reformları hayata geçirdiler.
Aslında ABD’nin kendisi de devlet içindeki bazı unsurların kanunların ve belirli durumlarla başa çıkmak için belirlenmiş kuralların dışına çıkmaları sonucu eski ve çağdaş insan hakları ihlalleri deneyimleri yaşamıştır. Buna Vietnam Savaşı’ndan örnek verebiliriz. 16 Mart 1968’de Teğmen William Calley ve askerleri sabah saatlerinde My Lai köyünün etrafını sardılar. Daha sonra Teğmen askerlerine silahsız köylüleri toplamaları, tümünü öldürmeleri ve evlerini yakmaları emri verdi. Bu katliamda 300 ila 500 arasında değişen bir sayıda sivil yaşamını kaybetti. Bu olaydan bir yıl sonra, yani Mart 1969’da Er Ronald Ridenhour bazı yetkililere ve kurumlara mektuplar göndererek bu konuda bilgi verdi ve acımasız katliamı açığa çıkardı. 20 Kasım’da medya davayı ifşa etti ve kurbanların fotoğraflarını yayınladı. Askeri mahkeme William Calley'i ömür boyu hapse mahkum etti. Ancak Calley karardan bir gün sonra Başkan Nixon tarafından çıkarılan başkanlık affı ile serbest bırakıldı! Yine ABD’nin Irak işgalinden bir yıl sonra, 2004 başlarında Irak’taki Ebu Gureyb Cezaevi’nde tutuklulara yönelik insan hakları ihlalleri skandalı patlak vermişti. Bu ihlaller Amerikan askeri polisinin yanı sıra diğer gizli şirketler tarafından gerçekleştirilmişti. Iraklı tutuklular kötü muamele, psikolojik, fiziksel ve cinsel saldırıları da içeren ihlallere maruz kalmışlardı. Raporlarda tecavüz ve cinayet vakaları da kaydedilmişti. Amerikan askerlerinin Iraklı tutuklulara işkence ettikleri ve aşağıladıkları fotoğrafların yayınlanmasından sonra skandala karışan 11 ABD askeri yargılandı. 
İki olay da - My Lai ve Ebu Gureyb - Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi'nin yüksek ilkelerine rağmen ABD'nin anayasasında “kölelik” kuralını benimsemesiyle başlayan uzun bir yürüyüşün ardından yaşandı. Genç devlet, kuruluşunun üzerinden çok geçmeden Fransız Devrimi kaosunun kendisine de bulaşması ve istikrarını tehdit etmesi korkusuyla "Yabancılar ve İsyan Yasası"nı çıkardı. İç Savaş’ın yaşanmasından ve onu 13, 14, ve 15’inci anayasa değişikliklerinin takip etmesinden sonra dahi Afrika kökenli ABD vatandaşlarına verilen insan hakları, “eşitiz ama ayrıyız” temeline dayanan Jim Crow Yasaları yoluyla geri alındı. Söz konusu yasaların tamamen ortadan kalkması için tam bir yüzyıl sonra Medeni Haklar Yasası’nın kabul edilmesi gerekti. Ancak bu yasa bile haksızlıkların tamamını ortadan kaldıramadı. Nitekim geçen yıl bir Amerikan polisi, kameraların önünde diziyle bir Afro- Amerikan vatandaşı olan George Floyd’un soluk borusuna bastırma ve nefessiz kalarak ölmesine neden olma hakkını kendisinde görebildi. Bu yılın başında, 6 Ocak’ta yaşanan talihsiz Kongre baskını olayları sırasında yaşananlar da unutulmamalı. ABD’de bile sağcı ve faşist grupların gelişmesinin mümkün olduğu, ifade özgürlüğünün kimi zaman kışkırtma özgürlüğü, toplanma ve gösteri yapma hakkının gerçekte kamu tesislerini tahrip etme ve kurumların işlerini yapmalarını engellemek için bir ruhsat olabileceği anlaşıldı. İnsaflı olup, Amerikalıların bütün bu olaylar sırasında yaşanan ihlalleri kınadıklarını ve reddettiklerini, ABD yargı mekanizmasının çalışarak gerekeni yaptığını belirtmeliyiz. Ancak ABD deneyimine olgunlaşması için zaman tanındı ve elbette hiç kimse uluslararası bir araştırma veya inceleme komisyonu kurulmasını, hatta bu gerçeklerin ABD hakkında ahlaki ve politik nihai hükümler vermek için kullanılmasını talep etmedi.
Öyleyse, ABD’nin sık sık stratejik ilişkiler ile insan hakları ya da devletin iç politikalarına yönelik kınama çığlıkları arasındaki garip çelişkiye maruz bıraktığı Suudi Arabistan’ın yanı sıra bölgedeki ve dünyadaki geri kalan ülkelerde bir "ABD ikilemi" olduğu sonucuna varmak zor değil. Ancak gerçek şu ki, yukarıda bahsi geçen çirkin olaylar gerçekleştikleri koşullar ışığında gerçek boyutlarında ele alındıkları takdirde ne ABD ne de Suudi Arabistan için ortada bir ikilem kalmayacaktır. İkilem, taraflardan birinin bu olayları seçim kampanyasında veya iç ve dış siyasi amaçlarla kullanmasıyla başlar. Bu durumda stratejik ittifak ilişkilerinin temsil ettiği denklemin diğer tarafı, doğası gereği kritik ve hassas, iki ülkenin ulusal güvenliğini tehdit eden birçok risk içeren bir anda, iki ülkenin yüksek stratejik çıkarlarına ciddi zarar veren bir tehlikeyle karşı karşıya kalacaktır. Ne Riyad ne de Washington'da Arap Baharı adı verilen olayların yaşanmasından sonra tüm Ortadoğu bölgesinin son 10 yılın başından bu yana büyük sarsıntılar içinde olduğu konusunda hemfikir olmayan yoktur. Keza bu olayları takip eden terör dalgaları, iç savaşlar, İran’ın silahlı gruplara ve milislere bağlı olarak tüm bölgede tırmandırdığı saldırıları ve yine İran’ın nükleer silah elde etmeye yönelik yoğun gayreti nedeniyle bir deprem yaşadığını da. Bu noktada, ortak menfaatler arasında bu sorunlarla yüzleşmek, ABD kuvvetlerinin Irak ve Afganistan'dan güvenli bir şekilde çekilmesi, bölgeye bitişik deniz ve okyanuslardaki boğazlarda hareket özgürlüklerinin korunması da yer alıyor.
ABD'nin petrol kapasitesindeki artışa rağmen Amerikan çıkarları nasıl net ise, tüm bölgeyi yeni güzergahlara yönelten geniş kapsamlı ekonomik, sosyal ve kültürel reform süreçlerinden geçen Suudi Arabistan devleti ve müttefiki Arap devletleri için de en az bu kadar nettir. Asıl büyük ikilem, Biden’ın ekibinin Başkan Trump yönetimi ve bölgeye yaklaşımı hakkındaki çekincelerine dayanıyor olabilir. Oysa Arap ülkeleri için Trump, tıpkı şimdi Biden ile ilişkilerde öngörüldüğü gibi ortak menfaatler kapsamında muhatap olunan ABD devletini temsil eden bir yönetimden fazlası değildi.