Abdulaziz Tantik
TT

Doğal Yaşam, Sanat, Edebiyat, Müzik, Mizah ve Din

“Bugün sanatın imkânlarından yararlanmadan insanlığın / İslam’ın ortak ideallerinin gerçekleşme şansı bulunmuyor.”  Tezi neye tekabül eder.
Bu tezi doğru bir şekilde tartışabilmek için sanatın ne olduğuna dair bir yaklaşımımızın oluşması kaçınılmazdır. Sanat derken kastedilen, batılı dünya görüşü çerçevesinde oluşmuş sanat ise; bu sanatın din ile ilişkisinin sorunlu olduğunu söylemek durumundayız. Modernleşmenin insan ve doğa tanımı gibi tarihten tevarüs ettiği düşüncede de sanat taklit üzerinden oluşturulan bir yapıya sahiptir. İdealist veya romantik sanat ise olan üzerinden değil olması gerekeni dikkate aldığı için bir farklılık oluşturmaktadır. Ama modern sanat olan ile ilintili bir yaklaşımı, hatta doğal sanat derken kastedilen, olanı olduğu gibi betimlemek olarak kabul görmüştür. Bu da sanatın din ile ilişkisini sorunlu kılmaktadır. Tabii ki modern sanatın dışında kalan ve ideal olana yaklaşan sanatın din ile bir bağı kurulabilir. Ama bu sanat ve dinin aklın alanına dahil edilerek makbul görüldüğünü de unutmadan… Pre-modern olan sanatçı ve edebiyatçılar ile din arasında daha sağlıklı bir ilişki kurulabilmiştir. Yani sanat olanla kendini sınırladığında aşkınlığı temsil eden din ile ilişkisi sorunlu oluyor. Ama sanat, aşkınlığı içerecek, olanla yetinmeyen ve olması gerekene yönelik bir ilgi ve yönelişi taşıdığında soyut ve aşkınlıkla kurduğu bağ kadar din ile ilişkisini de doğru bir zeminde kurmuştur. Ama her halükarda sanat, ancak olanın ağırlığını terk ederek dini alana yaklaşmaya çalışmaktadır. Bu yakınlaşmanın kişiye yönelik ilgisi, aşkınlığa yönelik ilgisi ve oluşa dair ilgisi tartışmaya değer olarak din ile ilişkisinin niteliğini de belirgin kılar.
Bu noktada İslam Düşüncesinin sanat ile ilişkisi ve tanımı ise batılı modern düşünceden bağımsız ve daha kapsayıcı bir özellik taşır. Sanat olan üzerine değil, oluş üzerinden olanı yeniden biçimlendirme ve yaratıcı bir özellik taşımayı içerir. Modern sanat Aristo’dan bu tarafa taklidi esas aldığı için olana dair bir yaklaşımı içermektedir. Ama müslüman için sanat, yaratıcı vasfı ile öne çıkar. Olanı değil olması gerekenin neliği meselesine dair bir bakışı taşır. Sezai Karakoç, sanatı yaratıcılık vasfı ile tesmiye eder. Bu yüzden sanat Tanrısal olana tekabül eder. Bu yüzden İslami sanat soyut sanatı içerir. Somut bir sanat özelliği taşımaz.
Yeniçağdaki Batı sanatının yarattığı beklenti, izleyicinin bakışını yansıtması ve bu bakışı görünür kılmasıydı. Dolayısıyla bakış ile resim arasında kurulan ittifak, diğer deyişle, bakışların resim olması, ya da resme girmesi, gerçek anlamı ve yerel (Batıya özgü) karakteri ancak kültürler arası karşılaştırmada görülen bir girişimdir. (Hans Belting, Doğuda ve Batıda Bakışın Tarihi) İslam sanatı ise sembol, teşbih ve imge üzerine kuruludur. Şiir ve biçimsel estetik üzerine somut değil soyutu içerir.
Dolayısıyla İslam, sanatı kullanarak soyut bir zeminde insan zihninin gelişimini sağlayarak daha estetize edilmiş bir yaşamın önceliğini öne çıkartır. Olanın sıkıcı ve yorucu zemini yerine soyutun zihni açan ve insanı dirilten bir nefese dönüşerek hayatı daha keyifli hale getirmesi öncelenir. Bütün mesele, mevcut sanatın pespayeliğini açık bir şekilde gösterebilmek ve İslam’ın estetik duyarlılığını ve ruhu canlandıran nefesini öğretmeyi başarabilmektir.
Hayatın doğal gerçekliğinin, dini hayat içerisindeki yeri nedir?
Hayatın doğal gerçekliğinin hangi kültür ve medeniyet üzerinden kurulduğu üzerinden bu soruya bir cevap üretilebilir. Modern batı hayatının ürettiği doğal gerçekliğin dini hayat ile teması söz konusu edilemez! Çünkü indirgenmiş bir hayatın din gibi aşkınlığı içinde taşıyan bir bakış ile ilişkisini kurmak mümkün değildir. Bu bayağılığı doğal kabul etmek ve bir doğal gerçeklik olarak kurgulamanın kendisini tartışma konusu yapmamız daha doğru bir yaklaşımdır. Burada üretilmiş bir doğal gerçekliğin varlığı söz konusu… Ama başka yaşamların kendi sosyal gerçeklikleri kurulamadığı için bu modern sosyal gerçekliği tek sosyal gerçeklik gibi algılama durumu ile karşı karşıya kalınıyor. Hâlbuki bu konuda nebevi örneklik bize bir sosyal gerçeklik ile karşı karşıya kaldığımızda onu kendi ilkelerimiz bağlamında/ İslam/din üzerinden değerlendirmeye tabi kılarak üç hal ile temas edilebileceğini göstermiştir. İlkelere uygun olanı kabul, ilkeleri dışlamayan ama içinde marazi durumlar olanı ıslah, ilkelere uygun olmayanları ise ret etmektir. Böylece bizim bir sosyal gerçekliğe dair davranışımızın kodlarını belirginleştirmiş oluruz.
Doğal kavramını daha derinden ele almayı zorunlu addediyorum. Bugün modernliğin doğal dediği şey indirgenmiş bir gerçekliğe tekabül eder. Bu açıdan bakıldığında doğal olanı değil, doğal olan olarak tanımlanmış bir gerçekliği işaret ettiğini söylemek zorunluluktur. Çünkü doğal olan aşkınlığı ve içkinliği aynı zeminde birlikte ve bir dilemma olarak var kılar. İrfan kültürünün dile getirdiği gibi bir şey, şey olarak hem kendisine verili olarak verilmiş doğasına uygun bir içkinliği taşırken, aynı zamanda bu doğanın kendini gerçekleştirme zemini olan aşkınlığı/ Tanrısal boyutu da içermektedir. İslam, hiçbir şeyin varlığını Allah’ın kudretinden ve iradesinden bağımsız düşünmez! Bu yüzden her varlık iki boyutlu bir doğayı içinde taşır: tecelli olarak var olan, tecellinin sahibi olan Rabbin kudret ve iradesi…
İrfan düşüncesinin varlığa yüklediği bu derin anlamı dikkate aldığımız zaman sanatın nasıl bir yaratıcılık üzere varlık kazanabileceğini tahayyül edebilmek mümkün olur. Yani varlığı bağımsız bir yapı olarak kurgulamak ancak indirgemek ve Tanrıyı yeryüzünden ve varlıktan kovma ile sonuçlanabilecek bir düzeyi işaret eder.
Bu noktada sanata geri dönüş yapacak olursak; batı sanatı, daha çok indirgenmiş ve Tanrısal olandan uzaklaştırılmış varlığı taklit ederek ortaya koyma… İslam sanatı ise aşkınlığı dikkate alarak Tanrısal olanın özü üzerinden varlıkla kurulan bağa bir gönderme olur. Olan ile oluş arasındaki derin fark gibidir. İmkânlarda bu ikilinin her birinin taşıdığı imkânı ve sağlayacağı istidadı taşır. Bu yüzden olanı ancak taklit ederek yerine yenisini ama aynısını koymak iken, oluşta neyin olması gerektiğine dair yaratıcı bir etkiyi işaret eder.
Dini hayatın doğal ritminden söz etmek mümkün mü?
Doğal olan sahici olana tekabül eder. Hâlbuki modernlik, kurgusal bir yaşamı öne çıkartarak onu doğal olarak betimlemektedir. Bu soruda bu tuzağa düşme tehlikesi kendisini belli ediyor. Kavramların anlamları kendi dünya görüşleri tarafından verilir. Doğal kavramını kurgusal olanla eşitleyen batı, birey, toplum, devlet ve toplumsal alanı kurgulayarak onu doğal olarak betimleyerek kendi dışındaki kültürlere de dayatmaktadır. Dini hayatın kendisi zaten doğal olana tekabül eder. Eğer kastedilen, bugünkü yaşamın kendi ritmi kastediliyorsa o zaman dini olan o ritmi dışlar, kendi yaşamının doğal ritmini açığa çıkartır. Ama sanırım temel sorun; dindarların, bugün asli bir hüviyet olarak dinlerinin karakterlerini taşıma yerine kendilerine dikte edilen modern karakteri kabullendikleri için dini hayatın doğal ritmini görme imkânını bırakmamıştır. Bu sadece dindardan kaynaklı bir durumu içermez; o zaten sorunlu, ancak modernliğin hayatın bütün kompartımanlarını totaliter bir şekilde belirleme imtiyazını elinde tutmasından mütevellit oluşunu da göz ardı etmemek lazım…
Dini hayatın kendi doğal ritmini gösterecek özel yaşamsal mekânların varlığı biliniyor. Ama bu mekânların bir sosyal gerçeklik zemini kurmalarında sorunlar yaşanmaktadır. Çünkü modern gerçeklik, yeni bir gerçekliğe zemin bırakmadığı için dindar kendini olana kaptırarak kendi dini yaşamına ihanet etmektedir. Cami, vicdan, tekke ve vakıf, dernek gibi kurumlarla sınırlı bir dindarlık bizzat sorunun temel kaynağı olmaktadır. Bu sorunu çözmeden dini hayatın doğal ritmini oluşturmak zor görünmektedir. Bu dini hayatın kendi doğal ritminin olmadığını değil, dindarların, başka yaşamların doğal ritmine bağımlı kalmalarını işaret eder.
Sanat, edebiyat, müzik, mizah hâlihazırdaki dini hayatın neresinde olmalı?
Dini hayat, kendi sanat, edebiyat, musiki ve mizahını kendi dünya görüşü çerçevesinde inşa edebilirse onlarla ilgili konum belirleme imtiyazı doğar. Eğer mevcut sanat, edebiyat ve musiki ile mizaha gönderme ise buradan bir dini hayatın varlığı çıkmayacağı gibi engeller çıkarması beklenebilir.
Şunu açık bir şekilde görmeliyiz; ikili bir dünya görüşü vardır: seküler ve dini hayat… Bu iki dünya görüşü kendi kavramlarını ve yaşamlarını belirleme imkânları taşırlar. Ancak seküler hayat, kendi dünya görüşünün baskın karakteri ile yaşamı bütünüyle baskılayarak kendi dışında bir yaşam alanına imkân tanımamaktadır. Bu yüzden dini hayatın, mevcut seküler kültürde yaşama imkânını bulması beklenmemelidir. Ama bu temel gerçeği maalesef dindarlar/Müslümanlar anlamak istememektedirler. Bu sorunu çözmeye dair ufukta bir umutta görülmemektedir.
Dini hayat, dindarların kendi hayatları üzerine kendilerinin dünya görüşünü eksene alarak yeni bir gerçeklik alanı kurma arayışları sonucu sorunu aşmanın bir umudu doğabilir. Bu yüzden mevcudu içinde taşıyan her türlü aygıtlar, dini hayatın alanını daraltan ve yokluğa tevdi eden bir özellik taşıdığı unutulmamalıdır. Müslümanlar, kendi farkındalıklarını oluşturarak, kendi kimliklerini oluşturarak, kendi yaşam alanlarını belirlemeye başladığı andan itibaren sanat, edebiyat, musiki ve mizah çok hızlı bir şekilde dini hayatın doğal ritmini taşıyan unsurlara dönüşürler.