İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Washington'un araçları hedefleriyle çeliştiğinde

Sonunda ABD'nin Afganistan ve Irak'tan çekilmesi için geri sayım başladı. Geri sayım İran'ın nükleer dosyasıyla ilgili müzakerelerin yeniden başlamasıyla eşzamanlı olarak başladı, dolayısıyla burada derin anlamları olan bir paradoks var.
Bugün karşı karşıya olduklarımız ile Washington'un Soğuk Savaş döneminde Güneydoğu Asya'da komünist genişlemenin önünü kesme zorunlulukları olarak gördüğü kötü yaklaşımlardan sonra girdiği Çinhindi bataklığından çekilme anıları (yetmişler) arasında karşılaştırma yapmaya gerek yok.
O sıralarda, komünist tehdidi sadece Güneydoğu Asya'da değil, Ortadoğu, Batı ve Orta Avrupa'da da kontrol altına alma ve onunla mücadele algısı ortaya çıkmıştı. Bildiğimiz gibi, bu stratejik vizyon, üç askeri ittifakın inşası ile ifade bulmuştu: Güneydoğu Asya Antlaşması Teşkilatı (SEATO), cumhuriyetçi Irak'ın 1958’de çekilmesinin ardından çok geçmeden Merkezi Antlaşma Teşkilatı "CENTO”ya dönüşen Bağdat Paktı, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü NATO. Burada Washington'un Uzakdoğu ve Ortadoğu politikalarına odaklanmak istediğimiz için Avrupa-ABD Atlantik kısmını bir kenara bırakalım.
O zamanlar Batı'nın önceliği, Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti’ni kuşatmak ve etkilerinin genişlemesini önleyecek engellerle onları askeri "kuşaklar" ile çevrelemekti. Ancak Uzakdoğu'daki Kore Savaşı (1950-1953), yakın bir zamanda Japonya'ya karşı büyük bir zafer elde etmiş Washington'u düşmanlıkların uzun sürmeyeceği konusunda ikaz etmişti. Zira ABD, Japon savaş makinesini yenip zincirlemiş, Güneşin Oğlu olan Japonya İmparatoru'nun statüsünü önemsizleştirip Japon toplumuna demokratik deneyimini ihraç etmiş olsa da, lambadan başka bir cin çıkmıştı ve adı da Mao Zedong'un Komünist Çin'iydi.
Bundan da öte, Kore Savaşı, yeniden güçlenmesi ve ayağa kalkması, Çin'den gelen beklenmedik ortak komünist tehdit karşısında yanında durması için Washington'u bir şekilde mağlup olmuş Japon rakibini rehabilite etmeye de zorladı. Bu, Kore Yarımadası’nın kuzeyi ile güneyde Çinhindi’nde yer alan yapıların çoğundaki halk kurtuluş savaşları ekolü ile boyutları hızla ortaya çıkan bir tehlikeydi. Nitekim bunun sayesinde Çinhindi’ndeki söz konusu yapılara Fransız sömürgeciliğinin kalıntılarını alt etmek nasip olmuştu.  
SEATO'nun amacı pratik olarak netti; Uzakdoğu’da komünist genişlemeyi durdurmak. İttifak kurulduktan sonra 8 komünizm karşıtı Batı ve Asya ülkesini içerdi: ABD, İngiltere, Fransa, Avustralya, Yeni Zelanda, Filipinler, Tayland ve Pakistan. Sonuç olarak, bu ittifak, Washington'un Vietnam, Kamboçya ve Laos'taki üçlü yenilgisi ve bölgeyi çeşitli tür ve ekollerden komünistlere bırakmak zorunda kalmasının ardından 1977'de dağılıncaya kadar ayakta kaldı.
Soğuk Savaş koşulları, o bölgede Washington'un uluslararası anlaşmalarla yasaklanmış olanlar dahil her türlü silahı kullandığı bir çatışmayı gerekli kılmıştı. Ancak, olayların da gösterdiği gibi, kaybedecek hiçbir şeyi olmayan, Pekin ve Moskova ile ikili bir stratejik derinliğe sahip olan rakiplere karşı geleneksel olmayan ve yıpratıcı bir gerilla savaşını kazanması imkansızdı. Sonunda, Amerikan sağının şahinlerinden biri olan başkan Richard Nixon ile onun sağ kolu ve anti-komünist bir filozof olan Henry Kissinger, kayıpları sınırlamaya karar verdiler. Hint-Çin devrimcilerinin destek kaynaklarını hedefleyen daha akıllı bir stratejiye odaklanmak için, kimin yöneteceğine bakmaksızın Güneydoğu Asya'yı kendi haline bırakmayı kararlaştırdılar.
Nitekim, Nixon ve Kissinger, Pekin ile ilişkilerde bir "atılım" gerçekleştirerek Pekin ile Moskova arasındaki boşluğu genişletmeyi tercih ettiler. Daha sonra Vietnam’da aldığı yıpratıcı dersi özümseyen Washington bunu Sovyetler Birliği’ne karşı kullanmaya başladı. Böylece Washington, solcu Demokratik Halk Partisi ve Barsham’a karşı Afgan siyasi İslam'ı destekledi. Ortadoğu'daki en yakın müttefiklerinden biri olan İran'daki Şah rejimini, Mollaların öfke ve devrim dalgasını yönlendirdiği sokağın karşısında yalnız bırakarak, müttefiki olduğunu inkar etti. Öte yandan Washington, mücahit hareketlerin daha sonra da Taliban Hareketi’nin stratejik derinliği haline gelen değişmez Ortadoğulu ve Asyalı müttefiki olan Pakistan ile yakın güvenlik ve askeri ilişkilerini sürdürdü.
ABD’nin Afganistan'da oynadığı bu erken bahis işe yaradı. Sol, siyasi İslam’ın darbelerine dayanamayıp düştü ve ülke, Kızıl Ordu için bir bataklığa dönüştü. Bu da Sovyetler Birliği ile Doğu Avrupa bloğunun çöküşünü büyük ölçüde hızlandırdı. Ancak İkinci Dünya Savaşı ve ardından Kore Savaşı'ndan sonra olduğu gibi, düşmanın kimliği değiştikten sonra Washington'un öncelikleri de değişti. Sovyetler Birliği'nin çöküşü ve Çin’de Deng Şiaoping’in pragmatizminin Mao'nun mirasçısı olmak isteyen "Dörtlü Çete" dogmatizmini ortadan kaldırmasıyla, kırılgan komünizm artık Amerikan çıkarlarına yönelik en büyük tehdit olmaktan çıktı. Bir süreliğine Washington kendisini tek kutuplu bir dünya düzeninin başında buldu ve bu dönem ancak 2001’deki 11 Eylül saldırıları ve Çin'in ekonomi, kalkınma ve sanayileşme lokomotifinin yönettiği küresel rolünün yükselmesiyle sona erdi.
Eylül saldırıları, Washington'daki karar yapıcılar ve çıkar dehlizleri için zor olmayan siyasi İslam’ın şeytanlaştırılması görevini kolaylaştırdı. Ancak en tehlikeli değişim, Başkan Barack Obama döneminde, özellikle de Arap Baharı devrimlerinden sonra meydana geldi. Obama Arap dünyasında değişimi destekleme iddiasına paralel olarak, İran'ın Mollaları ve Devrim Muhafızları ile uzlaşma ilişkileri planlıyordu. Tahran ile bir anlaşma yapmak için, biri intiharcı DEAŞ (yani Sünni), diğeri Tahran’ın temsil ettiği intiharcı olmayan şeklinde siyasi İslamcıları ikiye ayırmayı amaçladı. Bunu yaparken, Tahran’ın bölgeye yönelik genişlemeci planlarını, 1983’de Lübnan’da düzenlenen ve 241 Amerikalı deniz piyadesinin hayatını kaybettiği katliama neden olan intihar saldırısını İran’ın takipçilerinin gerçekleştirdiğini görmezden geldi.
Bildiğimiz gibi, Obama döneminde Washington tüm bölgesel stratejisini Tahran ile uzlaşma önceliğine bağladı ve İran'ın 4 Arap ülkesindeki askeri ve güvenlik genişlemeciliğine göz yumdu. Hatta İran liderliği ile bazı radikal Sünni gruplar arasında gizli iş birliği olduğu ve onları desteklediğine dair kanıtlarının bulunmasına rağmen el Kadie-DEAŞ olgusuna karşı Tahran ile örtülü bir ittifak kurdu.
Bugün, Washington nükleer dosyaları için Viyana'da İranlılarla müzakere ederken, Başkan Joe Biden (Obama’nın yardımcısı), Irak'taki Amerikan varlığını sona erdirme niyetini duyuruyor. Bilindiği gibi İran, 2003 yılında ABD işgalinin Irak’ı kendisine altın bir tepsi içinde sunmasından bu yana ülkedeki en güçlü oyuncu haline geldi. Afganistan'a gelince, ABD Başkanı Afganistan'dan çekilmeyi bir "başarı" olarak görüyor, ancak tüm göstergeler bu geri çekilmenin, ülkeyi Washington'un en büyük düşmanı olduğu varsayılan (Sünni) Taliban Hareketi’ne teslim etmek anlamına geldiğini söylüyor.
Elbette hiç kimsenin ister anlık isterse uzun vadeli olsun Washington ile çıkarlarını tartışmaya hakkı yok. Ancak yaklaşımlarının yanlış olduğunu düşünenler, bu yaklaşımların hatalarının, onları kontrol altına alma potansiyelinden daha büyük ve onları düzeltme gücünden daha tehlikeli olabileceğini söyleyebilirler.