Rıdvan Seyyid
Lübnanlı akademisyen, siyasetçi- yazar Lübnan Üniversitesi'nde İslami ilimler profersörü
TT

Siyasal İslam: Şimdiki ve gelecekteki çatışmalar

On yıldır üzerine konuştuğum ve yazdığım bu konuya geri dönmeme sebep olan şey, değerli meslektaşım Dr. Halide ed-Dahil’in, “Siyasal İslamcı akımlara karşı çıkanlar, onları dışlamayı amaçlıyorlar ve bundan dolayı onları ortadan kaldırmaya çalışanlarla aynı seviyededirler” şeklindeki yorumu oldu.
Ben meselenin bundan daha büyük olduğunu düşünüyorum. Nitekim mesele, yalnızca kültürel ve siyasi muhalifler arasındaki karşılıklı bir dışlama meselesinden ibaret olsaydı üzerinde durmaya pek değmezdi. 1979'daki İran devrimi ile 1981'de Cumhurbaşkanı Sedat'ın öldürülmesi arasında, şiddete başvurmanın kolaylığına ve modern ulus devlete karşı tutumlardaki büyük farklılığa dikkat çekildi.
1960’lı yıllardan bu yana ve Soğuk Savaş'taki kültürel çatışmalar sırasında iki asli durum ortaya çıktı: Askeri ve güvenlik güçleri tarafından inşa edilen ulus devlet ile iktidar ve şeriatın uygulanması.
Güvenlik, askeri ve stratejik tecrübelerin başarısızlığı oranında İran devriminde gücünü olan radikalizm o kadar popüler oldu. Ayrıca Saddam Hüseyin rejimi ile yükselen molla rejimi arasındaki efsanevi savaşta, iki vizyon ile iki uygulama arasındaki büyük fark ortaya çıktı.
Geçmişte ve modern dönemde devletin misyonu nedir? Toplumların genel kimliğinin taleplerine cevap vermek ve kamu işlerini iyi yönetmek. Sahve akımından olanlar, ordu ve güvenlik gücü de her ne kadar kimlik konusuna odaklanmış olsalar da odak noktaları farklıdır.
Nitekim İslamcı Sahveciler ile milliyetçi ve solcu askerlerin düşünce ve yönetim zihniyetleri, eski ve yeni sömürgecilik karşısındaki devrim zihniyetinin gölgesinde kalmıştır. Dış ve iç cephelerde çatışma ne kadar yoğunlaşırsa, yönelim ve davranıştaki aşırılıklar da bir o kadar artar. Elbette dini bir akideye sahip olan Sahva Hareketi, harekete geçmeye en hazır ve en etkili olanıdır.
İktidar mücadelesinin tarihini izlemeye devam etmek için Arap Baharı olarak bilinen devrimlere bir göz atalım. Sahve (Uyanış) Hareketi, Arap Baharı sırasında İslam’ı tek çözüm olarak öne sürdü.
Cihatçılar, ulus devlet karşısında İslami bir devlet kurulması için şeriatın kuvvetle tatbik edilmesi gerektiğini söylüyordu. Her iki tecrübenin üzerinden on yıl geçti: Sahvi uyanış ve cihatla mücadele. Mücadele yöntemleri farklı olsa bile bu iki tecrübenin asıllarının bir ve temelde aynı projeyi gerçekleştirmeye çalıştığını düşünüyorum.
Arap dünyası geçtiğimiz on yıl içerisinde korkunç deneyimler yaşadı. İki yıldan kısa süren demokratik ve sivil fikir ve uygulamalardan sonra ordu ile İslamcılar arasındaki çatışmalar yeniden patlak verdi.
Şu anda çatışmanın sonuçlarını incelediğimizde, bu çatışmanın dört ya da beş yıl önce belirli bir aşamaya ulaştığını görürüz: Devlete karşı duyulan korkudan, onun için duyulan korku aşamasına geçtik! Ordunun vahşetinden nefret edenleri, ‘cihatçıların’ acımasızlıklarının yanı sıra Sahvecilerin totalitarizmini kabul edemeyeceklerini gördük.
Ordu, insan hakları uygulamalarını iyileştirmese veya dikkate almak istemese bile modern modeli benimsiyor. Şiddet yanlısı olmayan İslamcıların, kimlik sloganları ve diğer modern durumlarla karışık olmayan bir modelleri yok. Elbette sloganlarını gerçekleştirmeye çalışmaktan ziyade daha iyi konuşmalar yapmaya çalışıyorlar.
İslamcıların melez modeli bugün veya gelecek için bir umut olarak kabul edilemez. Diğer modelde ise, düşünme ve yönetim yöntemlerinde büyük değişiklikler yapmak gerekiyor. Bir ulus devlete ihtiyacımız var. Çağdaş dünyada mümkün olan tek model budur. Aramızda DEAŞ ya da Esed modeline yönelen bir çoğunluk yok. Bu oluş ve bozuluş dünyasında -Aristoteles'e göre- Max Weber’in ortaya koyduğu öncü örneklerin yeri yoktur. Daha ziyade iktidarda insanlığa ve makuliyete dayanan bir modele dönüş vardır. Bu ise insanların hayatını ve refahını koruyacak, temel haklarını muhafaza edecek şekilde kamu işlerini iyi yönetmektir.
Peki kimlik sorunları nasıl çözülebilir? İran’ın çözümünün Araplar arasında bir yeri yoktur. Çünkü biz, imamın kutsiyetine sahip değiliz. İran modeli yurtiçi ve yurtdışındaki davranışlarıyla mezhepçi ve berbat bir modele dönüştü.
İran halkının umudu, pek çok Arap ülkesinde yaşananların onların ülkesinde ortaya çıkıp çıkmayacağına bağlıdır.
Ülkelerimizdeki halkın din ve devlet arasında bir çeşit ilişki ve uyum istediğini inkar etmiyorum. Ancak bunun için ideal bir formül henüz mevcut değil.
İslami grupları cezbeden ve laikleri korkutan şey de bu meseledir. İslamcılar, kimlik endişesi üzerinden hareket ediyor ve yolsuzluk karşıtı popülist bir söylemi savunuyorlar.
Fakat sıkıntı zamanlarında sükuneti ve barışı sürdürme hususunda sabırlı değiller. Taraflar arasında yaşanan bir gerilimin ardından çıkan tartışmalarda katil ile maktul, ‘rakibini aşağılamak ve onu ortadan kaldırmak arzusu’ gütmekte aynı görünüyor.
DEAŞ, İran milisleri, Türkiye ve Esed’den hiçbiri bir tercih olmaya şayan değil.
Deneyimli, sabırlı ve çelişkileri aynı potada eritebilecek bir yeteneğe sahip dev devlet adamlarına ihtiyacımız var.
Devlet adamları, her konuyu ciddiyetle ele almalı, kan dökmekten kaçınmalı ve otoriteyi toplumu iyileştirmenin bir yolu olarak görmeliler.
Kardeşim Halid! Sorun entelektüellerin karşılıklı olarak birbirlerini dışlamasında değildir.
Aksine sorun, ‘Dinden önce devlet ve aydınlanmış siyaset’ inancındadır!