Cemile Bayraktar
Gazeteci-Yazar
TT

Yüzyılın işgali

Hiçbir zaman, asırlar boyunca sürgün halde yersiz yurtsuz yaşamış, yurdundan edilmiş ve hatta soykırıma uğramış bir milletin; savaş suçu işlemesini, bir milleti yerinden etme arzusunu, işgalini, süresiz ve sınırsız çatışma isteğini, hiçbir şekilde makul olanı kabul etmemesini, bir milletin kutsal mabetlerinden zeytin ağaçlarına kadar büyük ya da küçük ne kadar değeri varsa hepsine düşman kesilebilmesini, tükenmeyen nefretlerini anlamadım, anlamayacağım. Devam eden bu sınırsız işgali izleyen ve destekleyenleri de… Zira böyle bir mefhumu anlayabilmek için onlar kadar katıksız kötü olmak gerekiyor. Her ne kadar bu durumu anlayamamış olsam da, bu durumu açıklayıcı ifadeler yardımıyla izah etmek mümkün, mesela “kötülüğün sıradanlığı” ile… Yıllar önce Yahudilerin katledilmesini “kötülüğün sıradanlığı” kavramıyla ifade eden Hannah Arendt’in bu kavramının ifade ettiği şeyde Yahudilerin yerini Filistinlilerin, Hitler’in yerini İsrail yönetiminin, Siyonizmin alması dışında bir değişiklik yok.

İsrail saldırganlığının nedenleri
Şüphesiz Trump yönetimi, İsrail’in işgallerini meşrulaştırması için bir fırsattı ve İsrail, Trump’ın yardımıyla Batı Şeria’yı ilhak etme, Kudüs’ü Yahudileştirme politikalarını “Yüzyılın Anlaşması” söylemiyle hayata geçirmeye çalıştı. Ancak aynı zamanda İsrail ne kadar pervasız olursa olsun, oluşacak tepkilerden ve kaostan bir nebze çekindiği için bu planlarını zamana yaymak zorunda kaldı. Tam o sırada Trump’ın tekrar seçilememesi, Kongre basan Trump taraflarından daha fazla, İsrail yönetimini üzdü zira hızlandırılmış işgal girişimleri en azından şimdilik sekteye uğramış oldu.
İsrail’in korku bahanelerinden İran’ın tekrar nükleer anlaşmaya dönme ihtimali, İsrail’in son iki yılda dört kez seçime gitmesi ancak halen hükümetin kurulamamış olması yani siyasi istikrarsızlık, Netanhayu’nun sık sık yolsuzluklarla anılması, İsrail’deki ekonomik problemler, yine İsrail içindeki dindar-seküler kesimler arasındaki gerilim, toplumsal problemler, COVİD-19 salgını gibi gündemler arasında popülist bir siyasetçi olan Netanyahu’nun saldırgan ve başarısız politikaları gibi olumsuz gündemleri bertaraf etmek için bir İsrail geleneği olarak, İsrail Ramazan ayında Filistinlilere saldırdı. Elbette saldırılar İsrail askerleri, polisleri ile sınırlı değil, İsrail vatandaşı olan aşırı sağcı Yahudiler de silahlanarak sık sık Filistinlilere saldırıyor, iftar sofralarına taş, cam şişe fırlatıyorlar, Filistinlilerin evlerine girip yerleşiyor ve Filistinlileri evlerinden atıyorlar. İşgalin her biçimini kutsala, mabede de saldırarak hayata geçiriyorlar.
Tabi şunu da belirtmek gerekiyor, bir süredir İsrail ve İslam ülkeleri arasında bir normalleşme adımı atılmaya çalışılıyordu, bu adımın imkanları elbette sınırlı ancak böyle bir gelişme vardı. İsrail’in böyle bir gelişmeden beklentisi aynı zamanda İran’ın, Biden yönetimi ile Trump yönetimi kadar sorunlu olmaması ihtimaline karşı İsrail’in kendisine yarayacak imkanlar aramasıyla alakalıydı ancak bu ihtimale rağmen, bölgeden tepkilerin olacağını bilmesine rağmen İsrail topyekun halde Filistinlilere saldırdı. Peki neden? Çok yakın ilişkileri olmayan Suudi Arabistan, Türkiye ve Mısır arasında bir süredir ilişkileri düzeltmeye yönelik bir eğilim var, bu ülkeler arasında oluşabilecek bir normalleşme ve hatta bu görüşmelere Suriye’nin bile dahil olabilme ihtimali İsrail’i rahatsız ediyor. Bu nedenle İsrail saldırganlığı sadece İsrail’in iç siyasetinden kaynaklı problemleri örtme amacı değil aynı zamanda Ortadoğu’da zor da olsa kısmen oluşabilecek bir istikrarı hedef almayı da amaçlıyor diyebiliriz. Nihayetinde Türkiye ve Suudi Arabistan, İsrail’in Filistinlilere yönelik saldırılarını kınayan açıklamalar yaptılar bile…
İsrail saldırganlığının bir diğer nedeni de İsrail’in “asla kabul edilemeyecek kadar geniş alana saldır, sonra bir anlaşma oluştur, bu kez çekiliyormuş gibi yaparak yine hakkın olmayan ama işgal etmeyi kafana koyduğunun yerleri işgal et” şeklindeki stratejisine dayanıyor. Bu strateji maalesef İsrail’in bugün haksızca işgal ettiği toprakları bir takım gayrı meşru anlaşma masalarında “meşru” olarak kendisine katmasını sağladı. Yine bu doğrultuda İsrail, haksızlığını örtmek, Filistinlileri tahrik etmek, hatta abartı olmasın bir İntifada başlatmak istiyor ki, her zaman olduğu gibi kendisine saldırıldığı imajını oluştursun, Filistinlileri öfkelendirsin, böylece işgallerini sanki savunmaymış gibi gösterebilsin diye uğraşıyor. Tabi bu saldırganlığın arkasında Trump’ın bir daha seçilmemiş olmasının Netanyahu’da bıraktığı hayal kırıklığının da etkisi var. Yoksa bölgede zor ve suni de olsa İslam ülkeleri ile normalleşmeye çalışan bir İsrail profilinin, bizzat saldırıya geçmesi çok makul gelmiyor… ya da İsrail, çoğunluğun inanmadığı gibi, Trump’ın damadı Kushner’in “Araplar ve İsrail arasındaki çatışma bitti” üfürmelerine o dönem de dahil olmak üzere kendisi de inanmıyor.
Tüm dünya küresel ekonomik kriz etkisinde ve COVİD-19 salgınıyla mücadele etmeye çalışırken, İsrail kendisine çok dikkat kesilinmeyeceğini düşündüğü için de saldırganlığın dozunu arttırmakta bir beis görmüyor gibi…
İsrail saldırganlığının arkasındaki nedenlerden biri UCM’nin kendisine karşı başlattığı soruşturmaya yönelik öfke psikolojisinden de kaynaklanıyor. Öyle ya! On yıllardır tüm dünyanın gözü önünde savaş suçu işlemekte bir beis görmeyen, hatta desteklenen, şımartılan İsrail’i yargılamak kimin haddine!

İsrail işgali ve Uluslararası Ceza Mahkemesi kararları
İsrail’in, Kudüs’ü Yahudileştirme, Batı Şeria’yı ilhak etme projeleri, ibadet eden Filistinlilere saldırmakla sınırlı değil. Bu başlıklar altında İsrail, bir savaş suçu olarak kabul edilebilecek yerleşim yeri işgallerini uyguluyor ve bunu sadece kendi silahlı güçleriyle değil silahlanmış ama güya sivil olan Yahudi yerleşimciler eliyle de yapıyor.
Geçmişe doğru biraz hafızamızı tazeleyelim… Filistin’in 2012’de BM’ye üye devlet olarak kabul edilme talebi, ABD’nin veto etmesiyle engellenmişti. Ancak aynı dönemde Filistin Devlet Başkanı Abbas, 2002’de kurulan, 120 ülkenin taraf olduğu, merkezi Lahey’deki Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin  kurucu anlaşması olan Roma Anlaşması’nı imzaladı. Ve böylece Filistin, İsrail’in işlediği suçları mahkemeye taşımaya başladı. Elbette bu anlaşmada İsrail’in imzası olmadığı için geçerliliği konusundaki tartışmalar devam ediyor... Filistin aynı zamanda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin “İsrail, uluslararası hukuka aykırı biçimde yaptığı yerleşim faaliyetlerini derhal ve tamamen” durdurmalıdır içerikli 2016 tarihli 2334 sayılı kararını da mahkemeye taşıdı. Beş yıl süren incelemenin ardından mahkeme, Şubat 2021’de Filistin’in 1967 sınırlarındaki topraklarını kapsayacak şekilde, Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs için yargı yetkisine sahip olduğuna hükmetti. Bunun sonucunda işler hale gelmese dahi Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin hakkı kısmen de olsa tanınmış oldu. Ve 2021 Mart ayında da UCM  resmi soruşturmaya başladı.
Hiç şüphesiz bu kararların uygulanıp uygulanmayacağı bilinmiyor, zaten İsrail hemen “anti-semitizm” kartını ortaya koyuyor ve haksızlığa uğrayanın kendisi olduğunu iddia ediyor, bu kararların anti-semitik olduğu hikayelerini anlatmaya başlıyor. Ama yine de bu tür kararlar çok etkili olmasa dahi bir anlam ifade ediyor.

Sınırsız işgal
İsrail işgali bugün başlamadı, uzun yıllara yayılmış bir işgal türünden bahsediyoruz. Aynı zamanda her tür fırsatı değerlendiren ya da saldırı için fırsat kollayan bir yönetimden bahsediyoruz. Ama İsrail yönetiminin en büyük sorunu işgal değil, zihinsel olarak işgali kendisinde bir hak olarak görmesi. Mesele de zaten burada çözümsüz hale geliyor; uluslararası hukuk, ceza mahkemeleri, ikna amaçlı görüşmeler, anlaşma masaları, saldırılara misliyle olmasa dahi imkan dahilinde cevap verilmesi… yani aklınıza gelebilecek her yöntemi deneyin yine de İsrail’i, normal davranmaya ikna edemiyorsunuz. Hala daha kendisini haklı, işgali hakkı gören bir anlayışla muhatapsınız. Bunu anlamak mümkün değil çünkü bu dili konuşmuyorsunuz… Bu nedenle İsrail, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’ndan sonra bu savaşların yıkıcılığının olumsuz etkisi nedeniyle bir daha bu tip savaşlara dönülmeyeceği konusunda kısmen de olsa birleşebilmiş bir dünya karşısında kötülüğü de, işgali de sıradanlaştırabiliyor, nasıl ki bir çocuğu Yahudi olduğu için gaz odasına götürebilen bir Nazi subayının kafasındaki ırkçı nefretin sınırsız kötülüğünü anlayamıyorsanız, nasıl yapabildiler, diye hayıflanıyorsunuz, aynı şekilde Yahudi bir yerleşimcinin Filistinli bir ailenin evini gasp ederek elinden alırken, “evini ben çalmasam bir başka yerleşimci çalacak” derkenki rahatlığını aynı şekilde anlayamıyorsunuz çünkü bu tip sıradanlaşmış kötülüklerin anlaşılabilecek bir tarafı yok.