Prof. Dr. Ahmet Abay
Akademisyen
TT

Şimdi değilse ne zaman?

“Kalbimin bir yarısı Mekke, diğer yarısı Medine; üzerinde bir tül gibi Kudüs vardır."
Nuri PAKDİL
İnsanı ve dolayısıyla toplumları değerli kılan, iyiyi, güzeli yaşamak; iyi ve güzel olanın hüküm sürdüğü dünya tasavvuru uğruna çaba sarf etmektir. Doğayı, sömürülecek nesneler dünyası, insanı hazlarının esiri olarak gören; gücü putlaştıran bir tasavvur, yeryüzünü insanlığın ortak mirası olarak görmez. Herkesin yaşama hakkı olduğunu kabul etmez. Başka kültürlerin, dillerin, inançların, renklerin varlığına tahammül etmez. Ahlaki değerlerin varlığından rahatsız olur; seküler bir yaklaşımla ahlaki, etik değerleri yok etmeye çalışır veya bencil bir tutumla sadece kendisi için kabul eder. İstilasına, gerekçeler üretmek, küresel alanda destek bulmak konusunda hiç zorluk çekmez; hatta bir gönüllüler ordusu bile bulabilir. Zihnen köleleştirilmiş toplumlar ve onların ulusal göstergeleri insanlık onuru adına karar alamaz, alınabilecek kararlara da destek vermez.
Aşkın değerlerden vazgeçen, sınır tanımayan, yayılmacı bir zihnin dünyaya bela ettiği somut unsurlardan biri de İsrail’dir. İnsanlık âlemi içinde “utanç”ı tarif edin, gösterin denilse İsrailoğullarına, bu siyonist zihniyete bakın demek yeterli olur. Hiçbir iyiliğin vefaya, sadakate dönüşmediği, onca musibetin öze dönüşe imkân tanımadığı; tarihin farklı dönemlerinde yaşadıkları şeylerden ders almayan bu topluluğun Filistin’de yaptıkları, kelimelerin takatinin kırıldığı, sözün bittiği noktaya gelmiştir.
İnsanlık tarihi birçok haksızlığa ve zulme tanıklık etmiştir. Ama kendilerini zalimlerin zulmünden kurtaranlara zalimlik yapanlara herhalde hiç tanıklık etmemiştir. Yahudilerin ve İsraillilerin yaptığı gibi. Hani Müslümanlar bunları İspanya’da maruz kaldıkları zulümden kurtarmıştı…
Onlar böyle davranmakla kendi tıynetlerinin gereğini yapmaktadırlar. İman ettiğimizi iddia ettiğimiz yüce kitabımız şu çağrıyı haykırırken; “Size ne oldu ki, ‘Ey Rabb’imiz! Bizi şu zâlimler diyarından kurtar;  ne olur bize elimizden tutacak bir dost, zalimlere karşı bizi koruyacak bir yardımcı gönder!’ diye yalvaran şu çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar için Allah yolunda savaşmıyorsunuz?” (en-Nisa 4/75) Peki, kardeşleri zulüm altında iken biz, Müslümanlar ne yapıyoruz?
Bu ayet Müslümanların sadece kendileriyle değil, zulüm gören herkesle ilgili fedakârlıkta bulunmaları gerektiği hükmünü içermektedir. Allah yolunda, O’nun davası için zalimlerle mücadele edilmesini de dahası zayıf düşürülmüş insanlar için de savaşılmasını hükme bağlamıştır.[1]
Dünyanın her yerindeki Müslümanlar bu ayet ve benzerlerini okuyup dururken hâlâ gereğini yerine getirmek için neden beklemektedirler? Sorusu bu dönemin en can yakıcı sorusudur.
Bireysel olarak bir şeyler yapmak belki zordur. Ancak Müslüman ülkeler ayrılıklarını gayrılıklarını bir kenara bırakır güçlerini birleştirirlerse sadece işgal altında bulunan Filistin’deki zulmü değil halkı mazlum olan bütün coğrafyalardaki zulmü bitirebilirler. Bitiremeseler dahi o coğrafyalardaki mazlumlara umut olurlar.
Türkiye, İran, Mısır, Suudi Arabistan, Pakistan, Malezya ve diğer Müslüman ülkeler birbirleriyle uğraşmayı, mezhep ve meşrep farklılıklarını bir kenara bırakır yekvücut olarak hareket ederlerse Kudüs özgürlüğüne kavuşabilir. Kudüs’ten yayılacak özgürlük ateşiyle zulme maruz kalan bütün kardeşlerimiz Allah’ın izniyle zulümden kurtulabileceklerdir.
Bahsettiğimiz bu birlikte hareket etme şimdi geçekleşmeyecekse ne zaman olacak? Ya da Mü’minler, birbirleriyle kardeş olduklarını ne zaman hatırlayacaklar? Hz. Peygamberin Müslümanlar için yapmış olduğu;
“Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu (zalimlere de) teslim etmez. Kim din kardeşinin bir ihtiyacını giderirse, Allah da onun ihtiyacını giderir. Kim bir Müslümanın bir sıkıntısını giderirse, Allah da onun kıyamet sıkıntılarından birini giderir. Kim bir Müslümanın (kusurunu) örterse Allah da kıyamet günü onu örter.”[2] tanımına uygun olarak şimdi hareket edilmeyecekse ne zaman bunun gereği yerine getirilecek?
Kudüs’te yaşayan Müslümanlar başta olmak üzere zulme maruz kalan bütün Müslümanlar diğer Müslüman kardeşlerinin birer emanetidirler. Hatta kendi inancımızdan olmayanları da zulme karşı korumak Müslümanların omuzlarına yüklenen bir sorumluluktur.
Müslümanlar olarak bunu yapabilme imkânımız vardır.
Yeter ki bu tefrika belasından kurtulup sahip olduğumuz güç ve imkânların farkına varalım…
Yeter ki birbirimize diş bilemeyi bırakalım…
Yeter ki düşmanın bizi birbirimize düşürmek için oynadığı oyunlara karşı uyanık olalım…
Yeter ki sahip olduğumuz insan kaynaklarını doğru kullanabilelim…
Yeter ki zalimlerin gücünün bizim zaafımızdan ve onlara bilerek veya bilmeyerek verdiğimiz her türlü destekten geldiğini bilelim…
Yeter ki can damarlarını oluşturan küresel sermayelerini güçlendiren para musluklarını doğru yere kanalize edelim…
Yeter ki zalimlerin küresel güçlerini daha da arttıran markalarına hayır diyebilelim…
Yeter ki Allah’ın vermiş olduğu başta petrol olmak üzere maddi imkânları dünyadaki bütün zulümlerin arkasında yer alan güçlere peşkeş çekmeyelim…
Yeter ki sahip olduğumuz güç ve imkânları kendilerini göreve getiren efendilerine minnet borcu olarak sunan yöneticilere “Artık dur!” diyelim…
Yeter ki Müslüman halklar olarak bizi dikkate almayacak olan yöneticilere boyun eğmeyeceğimizi haykıralım…
Yeter ki birlikte rahmet, ayrılıkta azap olduğuna inanalım…
Yeter ki Merhum Mehmet Akif Ersoy’un;
“Toptan sarılalım yüce Kur’an’a
Çünkü rahmet inmez ayrı durana
Mü'minler İslam'a karşı durana
Biraz öfkelenip kafayı taksa
ESİRMİ OLURDU MESCİD-İ AKSA”  haykırışının hâlâ geçerli olduğunu unutmayalım…
Yeter ki Hz. İbrahim’in oradan geçip, tevhidin izini bıraktığını, Hz. Yakub’un gözyaşlarıyla topraklarını suladığını, Hz. İsa’nın oradaki âhını ve masumiyetini, Kudüs’ün her şeyden daha çok Meryem demek olduğunu[3] hatırlayalım…
Yeter ki Kudüs’ün Hz. Peygamber’in gece yolculuna şahit olduğunu, Hz. Ömer’in adaletini, Selahattin Eyyûbî’nin zaferini, Ahmet Yasin’in gözyaşlarını gördüğünü aklımızdan çıkarmayalım…
Yeter ki Ammar’ın ve Hanzala’nın hatıralarını hep diri tutalım…
Yeter ki en büyük gücümüzün inancımızdan ve Allah’ın safında yer almaktan kaynaklanacağının bilincinde olalım…
Yeter ki muhtaç olduğumuz gücün imanımızda var olduğunu bilelim…
Yeter ki…
Ve şu ilahi muştuyu unutmayalım:
“Zorluklar karşısında yılgınlığa düşmeyin, bu uğurda başınıza gelebilecek acı olaylardan ötürü üzüntüye de kapılmayın. Zira eğer gerçekten inanıyorsanız, eninde sonunda üstün gelecek olan, sizlersiniz.” (Al-i İmran 3/139)
Şunu da unutmayalım ki iman varsa imkân da vardır.
Bütün bu söylediklerimizin hiçbirinin olmadığı, olamayacağını mı düşünüyorsunuz? O zaman merhum Cahit Zarifoğlu’nun sesine kulak verelim;
“Farzet körsün, olabilir,
Elele tut,
Taş al ve at,
Kâfiri bulur.”
Yeter ki o taşları birbirimize atmaya son verelim!

[1]Mehmet Okuyan meali en-Nisa 4/75. ayet açıklaması
[2]Müslim, “Birr” 58; Tirmizî, “Hudûd” 3
[3]https://www.siyerinebi.com/tr/fatma-koyuncu/perdeleri-kaldiranin-adiyla (Erişim 18.05.2021)