Bülent Şahin Erdeğer
TT

Beyrut Limanı patlamasının üzerinden 1 yıl geçti

18 dini ve etnik gruba “bölüştürülen” Lübnan’ın başkenti Beyrut 1975-1990 yılları arasında yaşanan sonuçsuz kanlı iç savaşta hırpalanmıştı.
Taif Anlaşması ise kimsenin kazanamadığı; ama herkesin kaybettiği bu savaş zoraki bir barışı beraberinde getirdi.
Böylece ortaya kötünün iyisi kabul edilerek razı olunan kota rejimi çıktı. Tüm bürokrasi ve siyaset bu 18 grubun kotalarına bölündü.
Lübnan'ın 2017 sayımına göre 6 milyon 300 binlik nüfusunun yüzde 27'si Sünni, yüzde 27'si Şii olmak üzere toplam yüzde 54'ünü Müslümanlar oluşturuyor.
Toplumun 40,5'ini Hristiyanlar (Yüzde 21'i Maruni Katolik, yüzde 8'i Grek Ortodoks, yüzde 5'i Grek Katolik, yüzde 6,5'i diğer), geri kalan yüzde 5,6'sını ise Dürziler oluşturuyor.
Kota rejimi sebebiyle nepotizm, liyakatsizlik yasallaştırıldı. İç savaşı görenler baştan işlemeyeceği belli olan bu rejime razı olmuşlardı. 
Filistin mülteci kamplarındaki örgütlerle yaşanan çatışmalardan, İsrail işgalini ve bombardımanlarını yaşayan, ardından Esed rejiminin işgaline uğrayan Beyrut tam da tüm bu krizler karışımı bir kokuşmuşluk ortamında tarihinin en büyük yıkımını yaşadı.  
Bu yıkım Lübnanlılar için sürpriz değildi.
Halk tüm bu çöküş haline karşı isyan ederek 17 Ekim’de ülke tarihinin en kitlesel ve karma protesto gösterilerine şahit olduğunda o tarihlerde “Lübnan çıkışı olmayan labirenti yıkabilecek mi?” başlıklı yazımda şöyle demiştim:
Bir olasılık ise daha yumuşak bir geçiş ile hükümetin istifa etmesi ve Cumhurbaşkanının kimlik siyasetinden uzak bir teknokratlar hükümeti tesis etmesi.
Hükümet aslında siyasi elitlerin öfkeyi geçiştirerek kendi politik yaşamlarını uzatmayı taktiğiydi. Açık biçimde yeni hükümet Cumhurbaşkanı Mişel Avn’ın siyasetteki sözcüsü Özgür Yurtsever Hareket (ÖYH) ve Şii ikili olarak anılan Hizbullah ve Emel partilerinin egemenliğinde bir hükümet oldu.
Bu sürece bir de koronavirüs pandemisi eklenince 17 Ekim öfkesi sadece oldu-bittiye getirilerek geçiştirilmeye çalışılmış ama hiçbir reform adımı atılmamış oldu.
Beyrut’ta 6 yıl boyunca kent merkezinde tutulan 2 bin 750 ton amonyum nitratın limanda depolanması skandalının sebebi hesap vermeyen bürokrasi, rüşvet, örgüt vesayeti, karanlık ilişkiler demek.
Hizbullah Beyrut Refik Hariri Uluslararası Havalimanı ve limanları kontrol ediyor. Buradan işleyen uluslararası ticaretten pay alırken kendi kaçakçılıklarını da yürütmekte.
Suriye’de Şam rejiminin saflarında sivillere yönelik katliam, tecavüz, yağma ve diğer savaş suçları işleyen Hizbullah, evlerin fırınların hastanelerin okulların üzerine rastgele atılan varil bombalarına hammade olarak amonyum nitrat taşımakta.
Bu sebeplerden dolayı patlama sonrası sokağa yansıyan toplumsal öfke ilk hedef olarak Nasrallah’a yöneldi.
Halep’i, Humus’u, Hama’yı, İdlib’i, Doğu Guta’yı amonyum nitratlarla bombalayarak yıkan siyasi cephenin Beyrut’u da amonyum nitratlarla yıkıma sürüklediği kanısı hakim.
Bu sebeple Lübnan Fetva Kurulu Genel Sekreteri Şeyh Emin el-Kurdi, Beyrut Limanı'ndaki patlamaya sebep olan amonyum nitrat maddesi ile ilgili olarak, şu soruyu sordu:
Bu patlayıcıların ne olduğunu sormak hakkımız? Varil bombaları yapması, Suriye'de silahsız halkı bombalaması için suçlu Esed rejimine mi gönderiliyordu?
Eski İçişleri Bakanı Nihad Meşnuk ise patlamada İsrail parmağı olduğunu, “depolanan amonyum nitratın bin 400 tonunun patlamadan önce kaybolduğunu” iddia etti.
Meşnuk aslında Hizbullah’ın bahsi geçen bomba malzemelerini ikmal ettiğini İsrail’in de bu ikmal deposunu vurduğunu ima ediyordu.
İşte bu arka plan Hasan Nasrallah’ı, Mişel Avn’ı, Nebih Berri’yi Beyrut’u yıkıma uğratan patlamayla tabutunun son çivisi çakılan Lübnanlıların patlayan öfkesinin hedefi haline getirdi.
Ve önce Meclis’teki bazı milletvekilleri sonra bazı bakanlar ardından da Diyab Hükümetinin tümü istifa etti…
Lübnan’ın önündeki tek çıkış yolu öncelikle seçim yasasını değiştirmek ve kota sistemini kaldırmaktır.
Avn, Hariri, Berri gibi figürlerin siyasetten çekilmesi ya da en azından etkisizleşmesi, Hizbullah’ın silahsızlandırılması, en azından silahlı kanadının sadece Güney sınırı ile sınırlandırılması gerekmekte. 
Tüm bu gereklilikler şimdilik bir hayal olduğundan Lübnan her yeni güne bir öncekinden daha kötü şekilde uyanmaya mahkumdur.
Dağılmış toplum, çürümüş ahlak ve feryat edenlere uygulanan aşırı baskılar Beyrut’u yıkan tonlarca amonyum nitrattan çok daha büyük bir patlamaya yol açmıştır.
Lübnan’ın makus talihi, uluslararası nüfuz çatışması için çok kritik bir “kapı” olmasında yatıyor. Bölgesel emperyal güç İran rejimi Irak ve Suriye üzerinden Lübnan’da Akdeniz’e ve oradan dünyaya açılıyor.
Ülkedeki Şii toplumuna vesayet kurmaya çalışan Tahran ayrıca uyuşturucu-silah ticareti trafiğini Bekaa-Beyrut hattından “Dünya piyasaları”na ulaştırmakta. O yüzden Lübnan, İran için vazgeçilmez bir basamak noktası. 
İsrail için Lübnan sadece Filistinli örgütlerin sığınma üssü olması açısından değil Doğu Akdeniz’deki enerji alanları açısından da zayıf düşürülmesi gereken bir rakip.
Fransa ülkenin yarısına yakınına tekabül eden Hristiyan toplum üzerinden Kolonyal nüfuzunu ayakta tutuyor.
Lübnan’ın Batı dünyası ile köprüsü olan Fransa gerek Suriye gerek Filistin sorunu gerek Doğu Akdeniz enerji pastası olsun pek çok masada olmak için Lübnan’da etkin olmak zorunda.
Ülkenin Sünnileri ise yüzlerini zaman zaman Türkiye’ye ve zaman zaman ise Suudi Arabistan’a dönmüş durumdalar. Her iki ülkenin son dönemde karşı cephelerde yer alması Sünnileri ülke içi siyasette zayıflatmakta. Suudi nüfuzunun son dönemde daha etkin olduğu ise bariz.
Her iki ülke de Hariri gibi Sünni siyasi elitlerinin tasfiyesini ve yeni yüzlerin öne çıkarılmasını öncelemeli buna göre kamu diplomasileri yürütmeliler.
Burada hem Suud hem İran hem Türkiye hem ABD/İsrail hem Fransa birbiriyle çatışıyor. Fransa Lübnan’da iktidarda olan Maruni-Şii ittifakına destek veriyor. Bu da Hizbullah ile yakınlaşması demek. ABD ve Suud ise bundan rahatsız. Türkiye ise Sünnileri Suud’dan uzaklaştırıp yanına çekme çabasında. İran ise hem Hristiyanları hem de Dürzileri kendi yanında tutmaya çalışarak Sünnileri etkisizleştirme siyaseti güdüyor. Şam rejimi ise kendi yandaşı parti ve kesimler üzerinden İran siyasetine eklemleniyor. Bu bağlamda liman patlamasından zarar göre Fransa ve İran çıkarları oldu.
Velhasıl-ı kelam, Beyrut’ta patlayan yolsuzluk, yozlaşma, denetimsizlik, örgüt vesayeti, gizli kapaklı işler yürütmeydi.
Her saniye daha da sefalete sürüklenen kitlelerin üzerinden yürütülen kimlik siyaseti ve adam kayırmacılıktı.
Beyrut’u harabeye çeviren Hizbullah’ın tüm ülke üzerindeki örgüt vesayetiydi.
Tüm bunları uluslararası nüfuz çatışmalarının himayesinde yapıldığından başkenti yıkıma uğratan patlama zaten kaynayan Lübnan halkını patlattı.
Ya nefret imgelerine dönüşen siyasi elitler seçim yasasını değiştirerek karma bir rejime geçiş yaparlar, kendileri de siyaset sahnesinden çekilirler ya da sonu daha da kanlı bitecek bir karanlığın içine doğru çekilir Lübnan…
Maalesef geçtiğimiz 1 yıl da gösterdi ki Lübnan hakkında iyimser olmak için bir sebep yok…