Abdulaziz Tantik
TT

Prangalar sardı dört bir yanımı…

İnsan, içine doğduğu kültür evreni tarafından tanımlanır, betimlenir ve biçimlenir. Kültür, hep bir hakikat arayışının tezahürü olarak öne çıkartılsa da beşeri boyutu ile öne çıkar. İşte bu beşeri boyut süreç içinde yetersizliğini aşikâr kılar. Ve pranga olarak varlığını idame eder.
İnsan, hayret ve kaygı üzerinden kendi arayışını temellendirir. Bu arayış, beraberinde bir sorgulamayı taşır. İşte bu sorgulama, içine doğduğu kültür evrenine dair sorular sordurmaya başlar. Sorular üzerine yeni bir düşünce zemini arayışı kendini dikte ettirir. Yeni düşünce zemini ise soruların farklı cevaplarını üretme konusunda elverişli bir yapı arz eder. Ancak yeni düşünce zemininde kendine has zorlukları bulunmaktadır. İşte bu zorluğu gören kişi, eğer yeterli düzeyde bir hayret ve kaygıyı taşıyamıyorsa eskiye özlemi ve teslimiyeti öne çıkartır. Böylece geri dönüş bir bağımlılık olarak tezahür eder.
Hepimiz, içine doğduğumuz ailenin temel özelliklerini taşımaya eğilimli oluruz. Bu eğilim, bizim diğerleri ile olan ilişkimizin niteliğini ve niceliğini de işaret eder. Ancak bu eğilim, bizi çoğu zaman daha iyiye, doğruya ve güzele doğru adımlar atmaya engel bir durumu da içerir.
İnsan, geçmişten tevarüs ettiği kültürü alır, benimser ve uygular, çoğu zaman ise; sadece uyar, benimsemeye dair bir yaklaşımı geliştirmeden… Burada körü körüne bir yaklaşım kendini ele vermektedir. Bu körü körüne yaklaşım ise kişiyi, düşünmekten alıkoyduğu gibi kendini geliştirmekten ve olan biteni sağlıklı bir şekilde algılamasına da engel teşkil eder. Bu durum ciddi bir kişilik sorunu haline dönüşebilir. Özellikle aile baskısı güçlü olan bireyler, kendi olma hayalleri ile ailenin olmasını istediği şey arasındaki derin çatışma yüzünden sağlıklı bir muhakeme kurmada zorlanabilir. Kendisinin yapmak istediği şey ile kendisinden beklentisi olan ailenin yapmasını istediği şey arasında sıkışıp kalabilir. Bu da kişiyi ciddi bir şekilde zorlar.
İnsan, öğrenerek ve eğitilerek yeni duygulara, yeni beklentilere, yeni arayışlara, yeni yönlere eğilim gösterebilir. Ama içinde olduğu kültür evreninden farklı arayışlar, sorunlu bir olgunun ve derin bir çatışmanın temelini inşa eder. Bu çatışmaya dayanacak irade ve hayret ile kaygıyı taşıyamayanlar, kendileri olmaktan vazgeçip, kendilerinden beklenen şeye ram olmaya istekli olurlar. Bu da bireysel veya toplumsal yenilenmenin önündeki en önemli engellerden biri olarak önümüzde duracaktır.
İnsan konfor sahibidir. Konforunun bozulmasını pek istemez! Daha büyük bir konfora ulaşma dürtüsü yoksa yerinden kımıldamaz! Bu yüzden kendisine yeni ve daha büyük bir konfor sahibi olacağı sözü üzerine harekete geçebilir. Bu duyguyu temel alan, sosyal sistem kurucuları, piyasaya büyük konfor hayali satarak istediklerini elde etmede pek mahir oluyorlar. Muhafazakâr camia ve toplumun geneli açısından durum pek değişmiyor. İdeolojik bir komplimanı olmayan kişiler, sadece kendilerine sunulan şeyin istediği konforu sağlayıp sağlamadığına dikkat kesilerek karar vermektedirler. Bu durum çözülmenin ve çürümenin temelini de işaret etmektedir.
Bu noktada daha özel/spesifik örnekler bulmak da mümkündür. Örneğin; aile şirketlerinde gözde olan çocukların içinde bulunduğu psiko sosyal durum ve kendi istekleri ile aile şirketleri arasındaki derin uyuşmazlığın çözümü konusunda kişide meydana gelen kırılmaların yarattığı kişilik zedelenmeleri. Belirli bir ideolojiyi kabul eden bu şahsiyetlerin, aile ile çatışmayı göze almalarının oluşturacağı sorun ve kaybedilecek konforun kişilik üzerine kurduğu baskıyı dikkate alarak ilişkiler ağına katılacakları bedihidir. İnsan bu, kaybetmeyi göze alamaz! Kaybetme ancak daha büyük bir kazanç sağladığı zaman anlamlı ve kabul edilebilir hale gelir. İnanç ve inancın sağladığı kazanç, sürekli geleceğe tevdi edilen bir tutumu işaret eder. İşte bu geleceğe dair kazanç beklentisi ile hemen şimdi içinde var olduğu kazancın mukayesesi kolay olmayan bir mukayeseye işaret eder. Burada çok güçlü bir iman ve kendi olma arzusunun cesaret ile birlikte var olduğu bir kaygının varlığını hesaba katmayı zorunlu kılar. Burada kaygı hep geleceğe matuf olarak tezahür eder. Şimdinin kaygısı, geçici ve geçici olarak çözüme kavuşabilir özelliğe sahiptir. Ya da bu kaygıyı yeni bir kaygı ile değiştirme imkân ve ihtimali bulunmaktadır.
Kaygı, imanı derinlikli bir kavrayışa taşıyan özel bir haldir. İman, dava ile bütünleşik olarak var olduğu zaman kaygıyı derin ve diri kılar. Dava ise kendisi için fedakârlıkta bulunduğun zaman kişiliğinin bir parçası olmaktadır. Fedakârlık ise kaybetmeyi göze almayı ve gelecekte daha büyük bir kazancı işaret ettiğinde anlamlı hale gelmektedir. Müminin dünyanın zevk ve isteklerinden vazgeçip cenneti arzulaması gibi…
İşte burada ‘kazanç ve kayıp nedir’ sorusuna bir cevap üretmek zorundayız. Kaygı, iman, dava gibi insan karakterini temelden inşa eden kavramların içeriklerinin zenginliğini dikkate almadan kazanç ve kayıp nedir sorusuna cevap üretmek kolay olmasa gerek! Bu yüzden, kayıp, kazanç gibi görünüp kaybı çoğaltan bir psikolojik vasata sahiptir. Mevcut veriyi ve sağladığı konforu dikkate alan her bakış, kazanmış gibi dursa da kaygı ve iman konusunda bir zaaf oluşturacağı için anlamsızlığı dikte eden yapısı yüzünden kaybetmeye mahkûm olacaktır. Burada, şimdiye odaklanan her yaklaşım, kazanırken kaybedendir. Ama geleceğe/ahrete yönelik her yaklaşım, bakış, beklenti ise burada kaybederken kazanmayı garanti eden bir durumu yaşar.
Hayatımızı mevcut içinde konforumuzu bozmadan yaşamaya çalışmakla mı, yoksa hayatımızı anlamlı bulduğumuz ve anlama dayalı kaygılarımızı dikkate alarak imanın gereği olan emir ve nehiyleri dikkate alarak mı geçirmeliyiz?
Bu temel soruya cevap vermeden ileriye dönük bir beklentiye mahal yoktur. Akıl ve salt akla dayalı bir sağduyu bize burada konforumuzu bozmadan ahireti de göz ardı etmeden orta bir yol bulmayı önerir. Bu öneri akıl ve gönül çelici bir yapıya sahiptir. Kişi, kolaylıkla bu öneriyi sağduyu olarak görebilir. Aldatıcının sağdan yaklaşmasına güzel bir örnektir aslında…
İslam, günümüz dünyasında ve el an ülkemizde sağlıklı ve sahici bir şekilde anlamlı olarak fertlerin ve toplulukların gündemine gelememektedir. Şahitliğin eksik olduğu İslam’ın yaşantısı ise yeni sorunlara gebe olarak varlık kazanmaktadır. Ayrıca üretilmiş modern kültür, İslam’ın bu şahitlik olmadan üretilmiş yaşantısını sürekli baskılayarak ve elindeki bütün propaganda enstrümanlarını harekete geçirerek yeni yanlış algılara neden olmayı sürdürmektedir. Yani hem afakî ve hem enfüsi olarak iki yönlü baskılanan müminler, kişiler, fertler, topluluklar, cemaatler, bu kıskaçtan kurtulmayı başaramamaktadırlar. Kendi içlerinde çatışma alanlarını çoğaltarak birliklerini kaybettikleri gibi tevhidin hayatın bütün katmanlarına yönelik temel diyalektiğini de göz ardı ettirmektedir.
Şunu cesaretle dile getirmeliyiz; bugünün kültürel, siyasal, ekonomik ve epistemik unsurları ile birlikte sağlıklı bir yaklaşım ve sahici bir tasavvura ulaşmak neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Bu halin oluşumundaki müslüman zihnin katkısı ayrıca değerlendirmeye tabi olmalıdır. Bu baskıyı içselleştirerek konforu tercih eden her yaklaşım bu imkânsızlığı beslemiştir.
Çıkış yolu ise bariz bir şekilde önümüzde durmaktadır. Nasıl mı? Her müslüman bir şeyi anlatacağı zaman İslam’ın ilk temel ilkesinin lailahe illallah demek olduğunu dillendirir. Buradaki olumsuzluğu dikkate almadan yol alınmamalıdır. Lailahe demek; mevcut bütün arzu ve isteklerimi bağladığım ve kutsal addettiğim her şeyi geride bırakıyorum, terk ediyorum ve inkâr ediyorum demektir. Yani mevcut, iyiyi ortaya çıkarmaya namzet olmaktan çıkmışsa ki bugün bu açık bir şekilde böyledir; çıkmıştır. O zaman mevcudun dışına çıkmadan yeni bir başlangıç sağlanamaz. Burada mevcudun dışına çıkmak, mevcudu oluşturan ilke, kültür, anane, örf, gelenek, yaklaşım gibi oluşturucu unsurlardır. Yoksa ilişkiler ağını reddetme ve insanlarla sağlıklı ve sahici bir ilişki kurmama anlamına gelmemelidir. Asli olana itirazdır. İllallah ise yeni bir başlangıcın adımlarını, ilkelerini, kültürünü üretecek kodları ve yaşamın temel kurallarını belirlemelidir. O zaman kaygı, iman ve dava kavramları yeniden anlam kazanacak ve kendilerine ait bir kültürel evreni inşa edebileceklerdir.
Hayatımız prangalar tarafından sarılmıştır. Bu prangalara karşı onların varlığını yok saymakla mücadele edebiliriz. Hem prangaların varlığını kabul edeceğiz ve hem de onlardan kurtulacağız, bu mümkün görünmemektedir. Önce prangaları yok sayacağız ki alacağımız kararları daha sağlıklı ve sahici bir şekilde alabilelim. Sonra o prangaları devre dışı tutarak insanların da o prangalardan kurtulmalarının zeminini kurmayı başarmış olalım…
İnsanoğlu aldığı her kararı belirli bir görüş ve tavır alış içinde almaktadır. Bu yüzden aldığımız kararları hangi görüş ve tavır alış üzere aldığımız konusunda kendimizi sorgulamaya tabi kılmalıyız ki prangalardan kurtulmanın yollarını keşfedelim…
Hayat uzun bir maratondur. Bu maratona hazırlıklı olmayan her kes yarıda kalır. Ama öncesinde gerekli antrenmanları yapan ve nefes egzersizlerini tekrar ederek kendini hazırlayanlar istisnadırlar. O yüzden bu uzun hayat maratonunda kendi hazırlıklarımızı kaygı, iman ve dava üzerinden yapmalıyız ki yarı yolda nefessiz kalmayalım…