Zuheyr el-Harisi
TT

Kültürlerin etkileşimi mi yoksa asimile olma korkusu mu?

İnsanlığın yaşadığı tecrübeler, geleceği tahmin edebilme ve öngörmeye yardımcı olur. Ancak en nihayetinde bunlar hatalı ya da doğru olma ihtimali olan öngörüler olarak kalırlar. Alman düşünür Hegel, 19. yüzyılda Prusya ulus-devletinin kurulmasıyla tarihin sonunun geldiğini öngörmüştü. Onun ardından Marx, komünizmin gerçek tarihin başlangıcı olduğunu ve kapitalizmin yeryüzünden silineceğini iddia etmişti. Ama bugün bize tarihin doğa bilimleri durduğu sürece durmasının mümkün olmadığını ve bu nedenle de sonunun gelmeyeceğini söyleyen bir çağda yaşıyoruz. Bu yüzden bu teoriler çöktü. Ancak bu bazı teorilerin başarılı olmasına engel değil. Özellikle geçen yüzyılda Huntington ve Fukuyama gibi düşünürlerin ABD politikası hakkındaki görüşleri ve ABD modelini desteklemeleri de dahil olmak üzere birtakım teoriler öne sürüldü.
Bazı teorilerin bazı gerçekler içermesi şaşırtıcı değildir, ancak sorun onların tamamen geçerliliği üzerinde ısrarcı olmaktadır. Bu, teoriler ve görelilik biliminin ilkeleriyle çelişen ve kırılmaya doğru iten bir yöntemdir.
Bu bağlam bizi dini radikalizm, mezhep çatışması, siyasi otoriterlik ve ırk ayrımcılığı şeklinde ortaya çıkan her türlü aşırılıkçı ideolojinin harap ettiği Arap sahnesine götürüyor. Arap zihninin düşünce sisteminin hakikat önünde somut bir varlık kazandığında bundan kaçmaya çalıştığını görürsünüz. Ancak zihnin bunu reddetmesi bu hakikatin var olduğu gerçeğini değiştirmez; zira hakikat, ölçütün ta kendisidir. 'Şeylerin' hakikatini kabul etmeyi reddetmek, Arap zihninde bir eksiklik olduğunu gösterir ve muhtemelen bu onun kültürel mirasının eksikliklerinden biridir.
Doğru düşünme mekanizması ve sağlam bir mantığa sahip olmak için aydınlatıcı bilgi gerekir. Bazıları sorunun öncelikle Arap zihninin eleştirisi ve tabi ki toplumun bilincine hükmeden kültürün bir ürünü olarak oluşumu ve yapısı ile ilgili olduğunu düşünürken bazı aydınlar, tarihi mesafe ve onu nasıl anlayabilecekleri açısından Arap dünyası ile Batı arasındaki büyük farkı anlamaya davet ettiler. Bu vizyonun ve aradaki büyük uçurumu kapatmanın yol haritasının, toplumsal dönüşümlerle tutarlı olacak şekilde fikri bir aydınlanma sistemi, teknik gelişim ve dini söylemin ıslahı ile eş zamanlı olarak yürütülmesi gerektiğini vurguladılar. Dönemin Ortaçağ zihniyetine isyan ederek günümüzdeki modele ulaşmayı başaran Avrupa Rönesansı'nın gidişatını da buna örnek olarak gösterdiler.
Bu noktada şunu merak ediyoruz: Geçtiğimiz onlarca yılda Batı ile zayıf bir iletişim kurmamızın arkasındaki sebep ne? Kültürel alışverişin ve insani diyaloğun parıltısını söndürmeye yardımcı olan şey ne? Cevap şu: Tarihsel olaylar nedeniyle veya özellikle Batılı sağcıların farklı kültür ve medeniyetlere tepeden bakmasının yanı sıra güç, kontrol ve tahakküm dilinin o dönemde yankılanmasının ardından kimlik ve öz saygıyı koruma içgüdüsüyle bir tür endişeye ve hatta izolasyona sebep olan bir dizi olay ve neden.
İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi, sömürge dönemine girilmesi, ülkelerin müttefikler tarafından ele geçirilmesi, Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşü, Sovyetler Birliği'nin Batı karşıtı bir devrim olarak ortaya çıkması (kapitalist düşünceye karşı komünist düşünce) ve daha sonra ABD liderliğindeki yeni tek kutuplu dünya düzeninin ortaya çıkışının yarattığı durumlar gibi bu atmosferin yoğunlaşmasına katkı sağlayan faktörler var. Bugün ise ABD’nin yanı sıra Rusya ve Çin’in varlığı ile çok kutuplu bir atmosferde yaşıyoruz.
Diğer taraftan Batı medyası, 11 Eylül olaylarından sonra medeniyet çatışması meselesini perçinlemeye devam ediyor. Aynı şekilde Usame bin Ladin, ez-Zevahiri ve el-Bağdadi gibi terörist ve aşırılık yanlısı isimler Batı medyası tarafından İslam'ı temsil ediyorlarmış gibi tanıtılıyor. Bu durum ise Batılı halkların kafalarının karışmasına sebep oluyor ve bunun İslam ile Batı arasında bir savaş olduğuna inanıyorlar. İslam'daki ılımlılık Batı ile bu şekilde düşmanca kavga edilmesini onaylamaz, daha ziyade bir arada yaşama, hoşgörü ve diyalog kavramlarını gerektirir.
Burada şunu merak ediyoruz, İslam ve Batı dünyasındaki aydınların rolüne nedir? Bu kişiler yakınlaşmaya, diyaloğa, açılıma, karşılıklı saygıya ve kültürlerarası etkileşim kavramını öne çıkarmaya ve teşvik etmeye özen gösteriyorlar.
Bununla birlikte gerçeği isterseniz, Batı bugün kontrol etme ve etkileme araçlarını ve becerilerini elinde tutan taraftır. Bunu inkâr edenler de gerçekler alemine değil, hayaller ve nostalji dünyasına aittir. Bugün dünyanın anladığı dil çıkarlardır. Ezeli düşmanlık ya da ebedi dostluk yoktur. Bugünkü uluslararası ilişkilerin mantığının bu olduğunu düşünüyorum. Halklar ile hükümetlerin politikaları arasında ayrım yapmalıyız.  Zira halklar her zaman kendi hükümetlerinin politikaları ile aynı fikirde olmak zorunda değildir ve hükümetlerin sınırlı bir zamanları olduğu için sınırlı bir etkileri vardır.
Çözüm “Batı bizi hedef alıyor veya İslam'a tuzak kuruyor” şeklindeki komplo zihniyetinden çıkmakla başlıyor. Çünkü batının umrunda olan tek şey çıkarları. Biz de Batıya aynı şekilde davranmalıyız. Akla, açıklığa, şeylerin göreliliğine ve gerçekliğe bağlı kalıp fobi ve yalnızlık zihniyetinden kurtulup hatalarımızı, zaaflarımızı, farklılıklarımızı ve geri kalmışlığımızı Batı'nın portmantosuna asmalıyız!
Dışlama, şüphecilik ve tahakküm söylemlerinden kurtulmuş bir insani kültürel doku örmeye her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Medeniyet iletişimi şu anda oldukça acil bir gereksinim. Bunun için kesintisiz diyaloglar ve girişimler yapılarak fikirlerin ve mekanizmaların oluşturulması gerekiyor. Nitekim medeniyetler birleştiklerinde yok olmazlar. Asimile olma endişesi ve kültürel istila ya da başkasına yabancı olma korkusu ise toplum yapısındaki entelektüel bir zayıflık ve kırılganlıktır.