Abdulaziz Tantik
TT

İslamcılığın kendisiyle yüzleşmesi -5-

İslamcılar niçin kendileri ile yüzleşmeyi gerçekleştiremiyorlar?
Bir yüzleşmenin kaçınılmazlığına rağmen günümüzde İslamcıların kendileri ile yüzleşmeyi başarmalarında ciddi sorunlar olduğu ortada… Bu durumun bir açıklamasına olan ihtiyaç ise gün geçtikçe çoğalmaktadır. Sorun dağ gibi büyüyor. Eleştiriler çığ gibi artıyor. Ama hala bir iki değerlendirme dışında ciddi bir yüzleşme gerçekleştirilebilmiş değil! Daha çok İslamcılığın eleştirisi kendi dışında gerçekleştirilmektedir. Bu da meseleyi daha da girift hale getirmektedir.
İnsanlığın ciddi bir anlam krizine girdiğini, bu anlam krizinin en önemli nedeninin modernliğin getirdiği epistemik bakış ve sonuçları olduğu tartışılmaz görünmektedir. Kendi iç mantığı açısından batılı filozof ve felsefeciler de ya felsefenin öldüğünü veya artık bir anlam üretmediğini dillendirmektedirler. İnsanlık açısından diğer kültürlerin; Çin, Hint, Latin Amerika, Hıristiyanlık ve Yahudilik de dâhil çözüm adresi olma kabiliyetlerini kaybettiler. İslam ise hala en büyük potansiyel güç olarak varlığını sürdürmektedir. Ama İslamcılar, bu temel konuda ciddi bir kafa karışıklığı yaşamakta ve yeterli bir entelektüel birikimi oluşturarak bu anlamsızlık girdabına karşı insanlığa sunulacak olan şeyi ortaya koyma konusunda zaaf taşımaktadırlar. Bu durumun nedenlerini açıkça tartışmak ve ortaya koymakta fayda vardır…
İslamcılığın kendisi ile yüzleşme gücünü göstermemesinin en önemli amillerinden bir tanesi; kendisini temsil edecek bir zemine sahip olamamasıdır. Bu ister devlet, ister kurumsal yapı, ister lider veya âlim/entelektüel kişiler olsun. Müslümanların kahır ekseriyetini etrafında toparlayacak olan şeyler ise zaman içinde çürüyerek o özelliklerini kaybetmektedirler. Pakistan İslam devletinin kurulması, İran İslam Cumhuriyeti, İran devrimi sonrası ve diğer Partiler, liderler, entelektüel zeminler vesaire, yeterli ilgiyi oluşturamadılar. Buna yönelik çokça neden söylenebilir. Ama en temel neden; saydığımız olguların her birinin kendi yetersizliğini işaret etmekte yarar var. Buradan yeterli dersi çıkartarak belki bu soruna kalıcı bir çözüm bulma arayışı anlamlı hale gelebilir.
Özellikle İhvan hareketinin çok yönlü ve birçok coğrafyada yer alması, birçok katmanlı çalışmaya imza atmaları, bir yerde İslam/Müslümanların omurgasını oluşturmaları anlamlı ve önemli idi. Ancak Arap Baharı ve getirdikleri ile birlikte yanlış veya doğru fark etmeden meydana gelen durumun kendisi bu omurgayı güçsüz kıldı. Devirdi dememeye çalışarak… Bu da davet meselesini ve küresel çapta bir arayışı yetersizleştirdi.
Türkiye’de İslamcılığın tam bir temsiliyeti oluşturulamadı. İslamcılığın bir şekilde kendisinden nemalanarak varlık kazanan hareketler ise süreçte İslamcılığı zaafa uğrattı. Buna partiler ve sivil kuruluşlarda dâhildir. Aynı şekilde yeterli bir entelektüel zemin kurulamadığı gibi modernleşmenin baskın karakteri ile hareket eden bir medya ve akademya üzerinden zaten sahih ve sahici bir bakış geliştirmek imkânsızlaştı. Burada maksadım suçlamak yerine; meselenin nedenini izah etmeye çalışmaktır. Yoksa her kurum, kuruluş, kişi, iyi ve güzel şeyler yapmaya çalışmıştır. Ama sonuç ortada ve biz bu sonucu açıklamakla yükümlüyüz. Tabi ki sonuç Allah’tandır, diyerek meseleyi örtebiliriz. Ancak, sonucun Allah’a ait olması, varsa bizim hatamızı ortadan kaldırmamaktadır. Bu temel gerçeği hayatımızın nirengi noktası kılmalıyız ayrıca…
Temsiliyetin ne kadar önemli olduğunu bu durumun kendisi çok açık bir şekilde göstermektedir.
İkincisi, İslamcılığın kendisine dair bir farkındalığa sahip olamayan İslamcılara sahip oluşudur. Hem İslamcılığın kendisi ve ona müntesip olan İslamcılar, mevcut durumun derin karakterine dair bir farkındalık oluşturamadılar. Bunun en önemli amillerinden bir tanesi ise; çok fazla popüler, günlük ve mevzi konulara dalmaları, meseleyi kendi bütünlüğü içinde kavramaya matuf bir düşünüşe sahip olamamalarıdır. Örneğin, son dönem İslamcı olarak meşhur olmuş entelektüellerin ardı ardına İslamcılıktan çıktıklarını ve çok sert eleştiriler yönelterek İslamcılığı tabiri caiz ise bir gerici hareket olarak isimlendirmeleridir.
Meseleyi, tepkisellikten azade bir şekilde tartışmak ve inşai bir zemin üzerinden anlamak yerine, kendisini üne kavuşturan, bugüne kadar üzerinden nemalanan fikri arayışa sırtını dönerek, kaybettiği şeyleri başka yerde arama kaygısı belirleyici oluyor. Bu da İslamcılığın kamuoyu nezdindeki itibarını zedeliyor. Bu zedeleme ile birlikte bu sefer İslamcılığın kendisinden uzaklaşma ve üzerine yeterince düşünmeme bir alışkanlığa dönüşüyor. Örneğin; bugün ben hala İslamcıyım diyen birkaç kalemden başka kimse kalmadı. Hâlbuki doksanlı yıllarda bir sürü farklı siyasi akımlardan gelip İslamcılığa yönelen kişiler vardı. Bu durumun kendisi tabii ki İslamcılığın derin sorununu doğru tespit etme konusunda bir zaaf üretmektedir.
Bu noktada temel bir amilde İslamcılığın ciddi bir şekilde geriletilmesi ve bir daha gündeme gelemeyecek bir şekilde azaltılması bağlamında bir aklın varlığı ve İslamcılığa yönelik sağlam bir saldırı furyası… Hem içerden hem dışarıdan bu saldırının koordine edildiğine dair emareler bulunmaktadır. Özellikle 15 Temmuz darbesi sonrası, çok güçlü bir şekilde medyada İslamcılığın bel kemiğini oluşturan cemaatlere yönelik saldırının bir başka izahı yoktur. Yine ülke dışından destekli bazı medya organlarının İslamcılık serileri yaparak İslamcılığın artık demode olduğu ve bir işe yaramadığı tezini işlemeleri de buna örnek verilebilir. Ayrıca İslamcılığı savunmanın kendisi de bir zaafa işaret edecek bir zemine yaslanabiliyor. Şiddet içerikli yapıların İslamcılığa yöneltilen eleştirileri haklı çıkaran pozisyonlarını da ayrıca eklemekte yarar var. Bütün bu şartlar içinde İslamcı olduğunu dile getirecek bir zemini işaret etmek ve bunu güçlendirmek gün geçtikçe zorlaşmaktadır. Ama buna rağmen, geride kalan, kıyıda, köşede duran kişiler, adları, sanları bilinmese de, kendi İslamcı kimliklerini koruyarak, buna İslamcılık demese de müslüman duyarlılığı etrafında varlığını sürdüren kişiler, kuruluşlar bulmak da zor olmasa gerek!
Farkındalığın entelektüel zeminini işaret etmeliyiz. Son on yılda meydana gelen bilişim süreçleri de İslamcılığın farkındalığına yönelik bir saldırı olarak okunabilinmelidir. Post Modern kültür ve bu kültürün geliştirdiği bakışlar ile birlikte mutlak bir çoğulculuğu dikte ederek her hangi bir düşünceyi ayrıcalıklı kılmaktan uzak bir zihni yapıyı kurumsallaştırmaktadır. Bu da İslamcılığın içine düştüğü tuzağı açığa çıkarmaktadır. Doksanlı yıllarda başlayan ve post modern kültürün beslediği sivilleşme, demokratikleşme, özgürlük, hak meselesi gibi konular zaten İslamcı zihni etkilemişti. Bu çerçeve içinde İslamcılığın post modern kültür bağlamlı meseleleri ortaya koyma ve zihni buna göre yeniden düzenlemenin yerini ise son on yıldır bilim, felsefe ve bunlara dayalı bakış belirleyici olmaktadır. Bu seferde İslamcılık sadece araçsallaştırılmış bir yaklaşım biçimi olarak raflardaki yerini almaktadır. İşte farkındalığı kaybeden ve popüler olana yakalanan İslamcı zihin kendisi üzerine düşünmekten de uzak düşmektedir.
Son olarak İslamcıların hem iktidar yönelimi sürecinde ve hem iktidar sürecinde ciddi bir ahlaki zemini kaybetme ile karşı karşıya kaldıkları aşikârdır. Bu ahlaki yozlaşma da yüzleşmeyi zorlaştıran bir unsur olarak önümüzde durmaktadır. Bu ahlaki zeminin kaybının daha derin bir nedeni ise İslamcılığın daha kuruluş aşamasında ve hatta kurtuluş mücadelelerinde sufi hareketlerin; Senusi’lerin, kısmen İhvan’ın sufi bir karakter taşımasına rağmen entelektüel düzeyde ve siyasal İslamcılık bağlamında bu durum tam bir tasavvuf karşıtlığına dönüşmesidir. Müslüman ahlakının bel kemiğini oluşturan sufi bakış ve davranış ise mevcut tarikat kültürünün anlaşılmazlığı ve yanlış uygulamaları yüzünden reddedilmiş ama onun yerine konulacak bir yaklaşım veya terbiye sistemi oluşturulamamıştır. İşte nefsini tezkiye edemeyen ve siyasal karakterin oluşturduğu cedelci/tartışmacı yaklaşım ve çatışmacı kutuplaşmalar ile karakter zaten zedelenmektedir. Bu karşı duruş nefse yönelik ciddi bir zaaf üretmiştir. İdeolojik yaklaşımın başat bir unsur olarak öne çıkmasına da imkân tanımıştır.
Sufi bakışın ahlak zemininde sağlayacağı gücü anlamaktan ve idrak etmekten uzak bir muhayyile sığ bir modernleşme ile birlikte akılcılık vurgusu ile yozlaşmayı kaçınılmaz kılmaktadır. Fakat bu durumu fark edecek bir yaklaşım olmadığı için tek geçerli akçe olarak kabulü hala devam etmektedir. Hâlbuki bugünkü tarikatlar bile modernleşmenin oluşturduğu zorunluluk üzerinden boyun eğerek kendileri olmaktan çıkmışlar ve gerçek bir zeminde bir nefis tezkiyesi yapabilme imkânlarını heba etmişlerdir. İstisnalar her zaman vardır ve olmaya devam edeceklerdir, ancak bu durumu değiştirmemektedir.
Her dünya görüşü bir ahlak zemini inşa etmekle yükümlüdür. Elbette ki İslam’ın kendisine has bir ahlaki zemini vardır. Bu ahlaki zemini daha da güçlendiren irfan geleneği zaman içinde belirli bir yozlaşmaya tabi olmuştur. Bu yozlaşma sadece irfan ekolünde değil, diğer ekollere de sirayet etmiştir. Fakat tekrar yeniden ayağa kalkmak ve yeni bir kurtuluş umudu oluşturmanın en doğru zemini güçlü bir ahlaki zemine ve bakışa sahip olmaktır. Bu bakışın olaylar karşısında kendi varlığını izhar edebilmesinin yolu ise onun psikolojik vasatını güçlendirmekle ilgili olduğu tartışma dışıdır. Yani çok güçlü bir ideolojik bakış ve düşünce eğer davranışlar düzeyinde varlık kazanmazsa geleceğe bir vaadi ve kalıcılığı söz konusu edilemez. Bu çerçeve içinde sufi bakış, derviş meşrep yaklaşım, fütursuzca ve tam bir teslimiyet ile helal ve haram sınırlarına riayeti sağlarken feragat edebilecek bir zeminin kurulmasının da temel şartıdır.
Evet, İslamcılık yukarıdan itibaren sıraladığımız bu şartlar muvacehesinde kendisi ile yüzleşmekten kaçınmaktadır. Yani konforunu bozmak istememektedir. Muhafazakârlaşma eğilimi gittikçe güçlenmektedir. Bu durumu doğru idrak ederek ve analitik bir yaklaşımla ele alarak meseleyi önce anlaşılır kılmak, sonra çözümünü ortaya koymak ise hala İslamcılığını her şeyin önünde tutmaya devam edenlerin bir sorumluluğu olarak önlerinde durmaktadır.