Hazım Sağıye
TT

2021 Lübnanı 1989 Lübnanı’ndan farklı

Bugün birçok Lübnanlı, ülkenin sakinlerini mevcut koşullarından kurtarmanın yollarını ararken, utanç verici gerçeklikleri ile seksenli yıllar arasında karşılaştırmalar yapma eğilimindedir. Seksenli yıllarda olduğu gibi bugünkü trajik durumdan kurtulabileceği konusunda çok azı iyimserdir. İki durum arasındaki niteliksel farklılık nedeniyle bu benzetmeyi ihtimal dışı görme eğiliminde olanlar ise çoğunluktadır.
Seksenlerin, ekonominin, özellikle ulusal paranın çöküşüne, merkezi otoritenin gerilemesine ve daralmasına, ordunun yetmişlerde başlayan dağılmasına tanık olduğu doğrudur. Üstelik İki Yıl Savaşı’nın (1975-6) temellerini attığı şey, çok geçmeden, parlak savaşlarla doruk noktasına ulaştı. 1982'deki İsrail işgalini takip eden bu savaşlar; Cebel, Beyrut’un güney banliyösü, Beyrut ve Trablus, Şiiler ile Filistinliler, Kamplar Savaşı, Hristiyan-Hristiyan ve Şii- Şii çatışmalarıdır.
Ancak o dönemde hizmet, eğitim, finans ve sağlık gibi kurumlara verilen ve basit olmayan zararların, onları tamamen ortadan kaldırmakla tehdit eden mevcut hasarla karşılaştırılamaz olduğu da doğrudur. Beyrut Limanı’nın başına gelenleri hatırlatmaya veya bankaların, üniversitelerin, hastanelerin ve diğerlerinin koşullarını arz etmeye gerek var mı?
Buna ilaveten, 1980'lerdeki çöküş sırasında olasılıkların bir menzili varmış gibi görünüyordu. Haririzm ile inşaat ve yeniden imar politikalarına karşı tutumunuz ne olursa olsun, yatırımları ve aldığı borçlarla piyasayı doldurduğu, en azından başkentte çok sayıda proje ve iş fırsatı yarattığı da bir gerçektir. Böyle bir olasılık bugün pek olası görünmüyor, aynı zamanda o dönemde "Lübnan'ı kurtarmak" konusunda Hariri'nin etrafında şekillenen bölgesel ve uluslararası bir uzlaşma da. Birkaç istisna dışında Lübnan’ın Arap çevresi ve Batı, Hizbullah'ın sahip olduğu hakim konumun ışığında bununla ilgilenmiyor gibi görünüyor.
Seksenlerde Hariri’nin tedavi yönetimine, politikacılara dönüşmek isteyen yeni Lübnanlı kapitalistlerin dönüşü eşlik etmişti. Bu kapitalistler, servetlerini savaş sırasında yurtdışında edinmişlerdi. Bunlara ek olarak, yurtdışında okuyan ve Lübnan'a dönüp çalışma fırsatını bekleyen genç erkek ve kadın nesiller de ülkeye akın etmişlerdi.
Bütün bunlar artık geçerli değil.
Öte yandan, bugün bölgesel durum da çok farklı. O dönemde Lübnan savaşının Taif Anlaşması (1989) tarafından formüle edilen çözüm ile sona erdirilmesi, Suriye'nin Kuveyt'i kurtarma savaşına katılmasına paralel olarak yaşanan ABD-Suriye yakınlaşmasını da içeren daha geniş bir bağlamın bir parçası olarak gerçekleşti. Taif Anlaşması'ndan 2 yıldan kısa bir süre sonra, Suriye'nin de katıldığı Madrid Barış Konferansı düzenlendi. Sadece 2 yıl sonra, yani 1993'te, büyük umutlar bağlanan Filistin ve İsrail arasındaki Oslo Anlaşması imzalandı. 1994 yılında Ürdün ve İsrail arasında imzalanan Vadi Araba Anlaşması, bölgede bir yumuşama gibi görünen süreci tamamladı.
Bugün, bütün bunlar ölü bir geçmişin parçası. Bölgesel olarak Lübnan, Hizbullah aracılığıyla her an olası bir İran-İsrail çatışmasıyla bağlantılı. Bu, eğer yaşanırsa, ülkeden geriye kalan her şeyi yok etmek konusunda sınırsız bir kapasiteye sahip bir çatışma. Dahili veya harici hiçbir taraf bu feci bağlantıyı kontrol edemez, etkileyemez veya sınırlayamaz. Öte yandan, tüm bölge endişe verici varoluşsal olasılıklarla karşı karşıya görünüyor. Bu perspektiften bakıldığında Lübnan, Suriye, Irak ve Filistin'i içeren kasvetli bir tablonun sadece bir parçası.
Mevcut karamsarlığın nedenlerine bir de Ekim Devrimi'nin çöküşü eklendi. Bu çöküşün asıl nedeni Hizbullah'ın Şiileri devrime katılmaktan caydırması olduğundan, şimdi şu gerçekle karşı karşıya bulunuyoruz; tükenen sistemin devamı zor ama onu değiştirmek kıyas kabul etmeyecek kadar daha zordur.
Bu arada, mümkün olan tüm azim, enerji ve kararlılıkla, ötekinden nefret eden mezhepçi duygular büyütüldü ve köpürtüldü. İktidar bloğu içinde bile, mezhepçiliğin ötesine geçecek herhangi bir koordinasyon zor bir görev haline geldi. Öte yandan Refik Hariri-Hizbullah anlaşmasının ya da “yeniden imar-direniş ikilisi” olarak bilinen olgunun, 1989'dan Hariri'nin 2005'teki ölümüne kadar dayanabildiğini hatırlamamız yeterli.
Ayrıca, mevcut kriz henüz sona ermiş değil. Ekonomi, yaşam veya güvenlik alanında olsun, her zaman en kötüsü bekleniyor ve bir İran-İsrail çatışması olasılığı bu krizleri hızlandırıyor. IMF’den (Uluslararası Para Fonu) uluslararası kuruluşlar ve genel seçimlere kadar önerilen her türlü çözüm yolu zorluklarla karşı karşıya ve onlar tarafından engelleniyor. Bir adım ileri, sonra iki adım geri gidiyor. Ekonomik olduğu kadar politik ve sosyal krizlere gelince, günlük bir ritimle çoğalıyorlar.
Elbette, zamanın etkisi ve dersleri, yani ikinci kez denemeyi düşünürken, ilk deneyimin başarısızlığının yarattığı umutsuzluk da var. Bu ikinci deneyimde yaşanan tıkanıkların çoğunun kaynağında, bizzat ilk deneyimin ele alınma biçiminin yattığı biliniyor.  
2021 yılı, bir soğuk barış dönemi sağlayan 1989 yılından farklıdır. Şimdi en iyi ihtimalle dakika dakika bir inceleme ve revizyon gerektiren onarım zamanıdır.