İstemi Yılmaz
TT

Devalüasyon diplomasisi

Türkiye ekonomik anlamda zor günlerden geçiyor. Dolar geçtiğimiz hafta rekor zirveyi gördü. Böylece Türk lirası sene başından bu yana Amerikan doları karşısında yüzde 70’in üzerinde değer kaybetti. Dövizin ateşini söndürecek Merkez Bankası tedbirleri de devreye girmeyince bir anda tüm ülke mali politikaları konuşur oldu. Tüm bunlara dizginlenemeyen enflasyonu da ekleyince tablo daha da iç karartıcı hale geliyor.
Aslında Ankara biraz da bile isteye dövizin ateşini düşürmeyerek ekonomik daralmayı fırsata çevirmeye çalışıyor. Mali krizin ayak sesleri sadece Türkiye’de değil tüm dünyada hissediliyor. Koronavirüs pandemisi sırasında küresel ekonominin dişlileri durma noktasına geldi. Haliyle sistemin yeniden eski hızına kavuşması zaman aldı. Küresel tedarik zincirindeki kriziyle karşı karşıya olduğumuz bir gerçek. Otomobillerden mutfak aletlerine değin teknoloji çağındaki her bir gereçte kullanılan çip arzının talebi karşılayamamasıyla başlayan kriz, diğer tüketim maddelerine de sıçradı.
Peki bu sorun karşısında Ankara’nın stratejisi nedir? Elbette üretim zincirinin bir kısmını ve tamamını ülkeye taşımak. Bu noktada enflasyon karşısında ezilen asgari ücret, yani üretim maliyetlerinin düşüklüğü ön plana çıkıyor. Başka bir deyişle, yabancı sermayeye “Gel bu topraklarda üret” mesajı veriliyor.
Türkiye’nin ekonomi tercihinde Merkez Bankası’nın azalan döviz rezervlerinin etkisi var mı bilemiyoruz ancak bu haliyle bile izlenen yol oldukça riskli. Yine de Ankara’nın yeni istikametinde çağrı yaptığı ilk aktörün “Körfez’deki rakibi” Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) olduğunu söyleyebiliriz.
Abu Dabi Veliaht Prensi Muhammed bin Zayed El Nahyan’ın hafta içinde Ankara’ya yaptığı ziyaret yaklaşık on yıl sonra bir ilk. İki ülke daha önce Somali’den Libya’ya, Suriye’den Filistin’e kadar pek çok alanda karşı karşıya gelmişti. Hatta Ankara, BAE’yi “15 Temmuz kanlı darbe girişiminin finansörü” olmakla suçlamıştı. Abu Dabi ise Müslüman Kardeşlerle ilişkisine ve Suriye’deki operasyonlarına atıfla Türkiye’yi “Arap dünyasının istikrarını bozmakla” itham etmişti. Bugün gelinen noktada söylenen sert sözlerden, hakaretlerden ve düşmanlıktan eser kalmamış gibi görünüyor.
Tam bir sene önce Katar Emiri Temim’in Ankara ziyareti sonrası imzalanan bir dizi ekonomik anlaşmanın benzerleri bu sefer de Veliaht Prens Muhammed ile imzalandı. Liman işletmelerinde ortaklık, varlık fonu yatırımları, merkez bankaları arasında swap anlaşması gibi çeşitli konularda mutabakata varıldı. BAE’nin Türkiye’ye doğrudan yapacağı yatırımların tutarının 10 milyar dolar seviyesinde olduğu açıklandı.
Ekonomik kriz ve Türk Lirası’ndaki değer kaybı sonrası içeride sıkıntı yaşayan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a yardım eli bu sefer Prens Muhammed’den gelmiş durumda. Ankara’nın elini kolunu bağlayan mali gidişat, ABD’nin Körfez’den elini çekmesi ve pandemi sonrası tedarik krizi iki ülke arasındaki yakınlaşmayı açıklamaya yetiyor. Ancak merak edilen tarafların hangi tavizler üzerinde uzlaştığı.
Örneğin yaklaşan Libya seçimlerinde Ankara General Hafter’in başkan olarak ülkeyi birleştirme çabalarına ses çıkarmayacak mı? Körfez’in Doğu Akdeniz’deki enerji rezervlerine erişiminde kolaylık sağlanacak mı? Veya Müslüman Kardeşler feda mı edilecek?
Sonuç olarak Türkiye için normalleşme Körfez’den başladı. Peki sırada kim var? Göç krizinin sürekli masada olduğu Avrupa Birliği mi, S-400 gölgesinde gerilimlerin devam ettiği ABD mi, yıllardır doğrudan bir ilişki kurulamayan İsrail mi yoksa İdlib’in bir an önce Esed rejiminin kontrolüne geçmesini isteyen Rusya mı?