Abdurrahman Şalkam
TT

Harflerin dişleriyle geçmişi çiğnemek

İktidarı ele geçirme eylemine katılan Arap subaylardan biri, hitabetin belde bir silah taşındığı sürece ele geçirilebilecek herhangi bir pozisyon ve makam gibi olduğunu düşünüyordu. Kendisini dinlemesi için zorla toplanan kalabalığın önünde bir hatip gibi durdu ve mikrofona doğru gürleyen bir sesle şöyle konuştu; “Kardeşlerim bir ateş çukurunun eşiğindeydik, ama Allah’a şükürler olsun birkaç adım öne ilerledik.” Subay, bu sözleri ile farkında olmadan gerçek durumu tanımlamıştı. Dil ona ihanet edip zor durumda bırakmamıştı, zira nerede durduğunu ve nereye gittiğini ondan daha iyi biliyordu.
20. yüzyılın başlarından, Arap ülkelerinde okuma yazma bilmeyenlerin sayısının gerilemesinden, Batı ile iletişimin başlamasından ve matbaanın yaygınlaşmasından itibaren, seçkinler dediğimiz sınıf, Arapların ve Müslümanların yaşadığı geri kalmışlık ve kapsamlı yozlaşmanın nedenlerini merkeze alan sorular sormaya başladılar. Cevaplar çoktu, ancak tek bir konu etrafında dönüp genişlediler o da tüm olayları, hikâyeleri ve insanlarıyla geçmiş. İslam dini, diğer dinler ve inançlar gibi, kişiliğin oluşumunda temel bir direk teşkil eder. İnsanların davranışlarına yön verme ve hareketlerini kontrol etme eylemine sahip. Kütüphaneler, canlı renkleri ve kapaklarına işlenmiş süslemeleriyle bu konuyla ilgili devasa ciltlerle doldu. Bağdat, Şam, Kahire, Marakeş, Kayrevan ve diğer Arap şehirlerinin sokaklarında büyüyüp dolaşan uzak geçmişin derinliklerinden ciltler ithal edildi. Sarıklılar, fesliler ve başlıksızlar, Cemel, Sıffin, Nehrevan ve diğer savaşları hatırlatan sözlü savaşlara giriştiler. Ama bu savaşın silahları kılıç ve ok değil, geçmişin kanını sarı ve beyaz kâğıdın üstüne akıtan harflerdi.
Batı bize bindiğimiz ve Arap dil kurumlarının kendisine farklı adlar verdikleri metal varlıkları verdikten sonra bile kılıcı ve kanıyla Cemel (deve) bizi bırakmadı. Derin geçmiş, tüm içeriğiyle, bizi durmadan zamanın unuttuğu ve üzerini kapattığı, ama kafalarda kendisine bir yer bulan, görünmeyen bir çukura çeken ipleri dokuyan, nefes alan ve duyuları olan hayali görüntülere dönüştü. Birbirlerinin omuzlarına basan ayakları, hayat bilincinde derinleşen insanların yaşadığı varoluş dünyasına çıkmaya motive edebilecek merdivenler olmadı. Geçen yüzyılın ilk 20 yılında, bazı Arap ülkelerindeki seçkinler, zihni yüzyılların ölü ve kırılgan hale getirdiği dipsiz geçmiş çukurundan çıkaracak bir merdiven inşa etmeye çalıştılar.
Ancak çukurun tugayları, birlikleri ve lejyonları daha güçlüydü ve maceracıları farklı hareketlerle çukurun içine atlamaya zorladılar. Zorluk ve sıkıntıları aşmak için verilen savaş, bunun başka bir yönüydü. O uzun muharebede varlıklarını empoze eden büyük isimler, derin çukur kuvvetlerinin kılıç darbeleri ve oklarıyla yaralandılar. Örneğin Ebu Ala el-Maarri iki hapishanede yaşıyordu. İlki körlük hapishanesiydi ve bu onun seçimi değildi. İkinci hapishanesi eviydi ve bu kendi kararıydı. Çünkü yaşadığı zamanın insanlarından soyutlanma siperinin arkasına çekilmenin ona sonsuzluğu sağlayacak ganimet olduğunu anlamıştı. Bazı araştırmacılar ya da Arap düşünürleri diyelim, Arap aklının Avrupa'nın bilim, düşünce, felsefe, endüstri, yaratıcılık ve çalışma taşlarıyla inşa ettiği yeni dünyaya giriş yapabileceği bir kapı açmaya çalıştılar. Ama geçmişin çukurunda siperlenmiş güçler, bizi yeni dünyaya götürecek olan kapının anahtarlarını kırmakta yarıştılar. Din, körelmeyen ve geçmişin çukurunda siperlenenlerin sürekli bilediği bir baltaydı. Eski tarihi bunlar kutsallaştırdılar. Taşlar gibi yontulan veya hayvan isimlerinden ödünç alınan isimlerin sözleri, yaklaşanların pişman olduğu kutsal metinlere dönüştüler.
Akılcı maceraperestler, kırılgan geçmişle donanmış direniş cephaneliğini dağıtmaya çalıştılar. Geçmişi okumaya gayret ettiler ki, akıl kapısına bir anahtar yapsınlar. Ama duvarlar yüksekti ve kapılar kilitliydi. Bu gayret Ali Abdurrazık, Taha Hüseyin, Selame Musa ve diğerleri ile başladı. Muhammed Abid el-Cabiri, Hasan Hanefi, Zeki Necip Mahmud, Fuad Zekeriya, Corc Tarabişi, Muhammed Arkoun, Muhammed Şahrur, Osman Emin, Muhammed Halafallah, Necip Mahfuz, Nasr Hamed Ebuzeyd, Farac Fuda ve son olarak Muhammed Abdo Mahir ile devam etti.
Geçmişin kuyularını kazmaya, dibinde birikenleri dağıtmaya çalışan bu girişimler en başlangıcından beri, kendilerine yaklaşan herkesin yüzünde patlayan bombalarla karşılandılar. Kelimeler aktı ve eleştiri, eleştiri ve yine eleştiri oldu. Hepsi de Arap aklını ondan kurtarmak için geçmişin çukurlarına daldılar. Ancak bu girişimlerin çoğu geçmişi harflerin dişleriyle çiğniyordu. Her şeyiyle geçmiş, akılcı gerillaların çalışmalarında hep var olan bir malzemeydi. Taha Hüseyin'in Mısır'da Kültürün Geleceği adlı kitabı, yeni insan çağına girebilecek yeni bir nesil yaratmak için müfredatlardan başlayan bir ilerleme yolu için nesnel fikri çizgiler çizmişti. Bu kitabında açıkça, Avrupa'dan bir şey aldıysak, onun da bizden aldığını, Avrupalı Akdeniz ülkeleriyle ilişkimiz varsa bir gün onlara gittiğimizden dolayı olduğunu, bugün de onların bize buluşları ve bilgileri ile geldiğini, bu durumda bizden önce ulaşmış olduklarından faydalanmamızın bize ne zararı olacağını söyler. Ama kitabı ve içindekiler kaybolup gitti.
Felaket, evet felaket kelimesini tekrarlıyorum, bugün azgelişmişlik çukurunu derinleştirmek için Batı'nın icat ettiği şeyden yararlanmamızdır. Kendilerine fakih ve din alimi diyenlerin kurduğu onlarca, hatta belki de yüzlerce özel televizyon kanalı, gençleri kafalarının içine sadece toz ve sönmüş bir yanılsamanın küllerini serpen hayali bir geçmişe sürüklüyor. Bilimsel araştırmadan, endüstriden, felsefeden, yaratıcılıktan, hoşgörüden, sömürgecilik, cehalet, geri kalmışlık ve savaşlardan kaynaklanan düşüşlerden sonra yeniden ayağa kalkıp yükselen başka halklarının deneyimlerini incelemekten söz eden yok. Çin, Singapur, Ruanda ve diğerlerinin deneyimleri, haklarında seminerler düzenlenmeyi ve çalışmalar yapılmayı hak etmiyor mu? Avrupa Katolikleri, Ortodoksları ve Protestanları ile birleşirken, televizyon kanallarında izlediğimiz İslam mezhepleri arasındaki hararetli sözlü savaşlar ne kadar komik. Avrupa’da bir temizlikçinin, üniversite profesörünün ya da bir siyasi liderin Hristiyan mezheplerden bahsettiğini duymazsınız. Herhangi birine bunu sorarsanız, size güler, deli olduğunuzu düşünerek bırakıp gider. Vatikan'ın Papası, yerinden edilen, zorla göç ettirilen, öldürülen, yaralanan, aç olan Müslümanlardan, bizim ülkemizdeki fakih ve alimlerin minberlerde bahsetmedikleri kadar bahsediyor. Muhtaç Müslümanlara yardım için bağış yapan ülkelerin çoğu gayrimüslim ülkeler.
Özetle, Arap düşünürlerin, araştırmacıların ve sanatçıların geçmişin derin çukurlarını terk etmelerinden ve bilimsel bilgi arayışına girmelerinden kaçış yok. Derin geçmişin çukurlarından dışarı çıkmak, harflerin dişleriyle zayıf geçmişi çiğnemeyi bırakmak için herkese uzatılmış bir ip haline gelen çeşitli modern iletişim araçlarıyla bilgiyi halka ulaştırmaya çabalamaları kaçınılmaz.