Bülent Şahin Erdeğer
TT

Bilgi edinme yolları: İslâmî Epistemoloji

1. Adım
İslam insanın bilgi ve algı yollarını ve bu haberlerin kaynaklarını üç araca dayandırır:
1- His ve duyular; İnsanın 5 duyusu: Görme- Duyma- Tatma-Dokunma-Koklama
2- Yaratıldığı ölçütlerdeki tutarlılık çerçevesinde Akıl;
3- Aklı yaratanın akıl aracına yol göstermek amacıyla gaybdan verdiği haber: Vahiy.
Baştaki iki araç genel araçlardır ve tüm insanlık şuan içinde bulunduğumuz varlık boyutunu tanımak için bu ikisinden yararlanabilirler; Nitekim bu ikisi gayb'ın kendisine vakıf olamasalar da gaybın varlığının bir gerçeklik olduğu sonucuna ulaşabilirler; Ancak üçüncü maddede saydığımız kaynak olan Vahiy, Rabbimiz'in kendi iradesine bağlıdır. Onun seçmesine bağlı olarak bir takım insanlara has bilgi edinme yoludur. Resul/Nebi dediğimiz bu insanlar vesilesiyle diğer insanlar da bu kaynaktan bilgi edinebilmektedirler.
Duyulardan ancak kendi işlevleri çerçevesinde yani duyumsanabilen alanda yararlanılabilir. Nitekim Akıldan da aynı şekilde aklın sınırları dahilinde olan alanda mutlak mânada yararlanabiliriz. Aklın ötesine uzanan gaybi alan konusunda akli ilke ve çıkarımların bir tutarlılığı bulunmayacaktır. Bu sebeple şehadet (duyumsanabilen akli zemin) aleminde Aklın yeri mutlak iken gayb aleminde bu kural yerini göreceliliğe bırakmakta ve mutlak bilgi Vahyi temele dayanmaktadır. Vahyi bilginin Akli tutarlılıkta dünyada sesleniyor olması gayb aleminde de aynı tutarlılıkla devam eder. Ancak böyle bir seslenişin olmadığı durumlarda gayb alemi hakkındaki son söz her zaman Vahyi bildirime aittir.
Kur'an çeşitli ayetlerde bu bilgi edinme yolları hakkında beyanda bulunmuştur;
İlk iki madde olan "His ve akıl" hakkında şöyle buyuruyor:
وَاللّهُ أَخْرَجَكُم مِّن بُطُونِ أُمَّهَاتِكُمْ لاَ تَعْلَمُونَ شَيْئًا وَجَعَلَ لَكُمُ الْسَّمْعَ وَالأَبْصَارَ وَالأَفْئِدَةَ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
"Allah sizi annelerinizin karnından çıkardı(ğı zaman) hiçbir şey bilmiyordunuz, size işitme (duyusu), gözler ve muhakeme yeteneği verdi ki şükredesiniz." (Nahl, 16/78)
3. madde olan "Vahiy" hakkında ise şöyle buyuruyor:
وَمَا أَرْسَلْنَا مِن قَبْلِكَ إِلاَّ رِجَالاً نُّوحِي إِلَيْهِمْ فَاسْأَلُوا أَهْلَ الذِّكْرِ إِن كُنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ
"Biz senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz kişilerden başkasını elçi göndermedik. Bilmiyorsanız zikir ehline sorun." (Nahl, 16/43)
İnsanoğlu çevresinde algıladığı her nesne'yi tanımlayabilmek ve onunla ilişkiye geçebilmek için aklından ve duyu organlarından yararlanır; Duyu organları aracılığıyla algılanan bilgiler beyinde muhakeme edildikten sonra "anlam" halini alırlar. Böylece insan akletme faaliyetini gerçekleştirmiş olur. Nesne'nin ifade ettiği anlamı duyuları aracılığıyla muhakeme ederek kavrar. Akıl nesneler dünyasından ayrı olarak düşünme faaliyetini ilkeler alanında da işletir. İşte ilkeler alanındaki akletme faaliyeti de mantık ilkelerini doğurur. Tüm bu zeminin üzerine ise vahyi bilgi'yi alan akıl vahyî bilginin ışığında ve mantığın zemininde diğer nesneleri anlamlandırmaya başlar. İşte bu nokta insanî zihnin Müslüman zihne dönüştüğü noktadır.
Pozitif ve deneysel bilimin alanı yukarıda belirttiğimiz iki aracın (Duyu ve Akıl) edinebildiği bilgi alandır. Bilim bu alanda nesnelerin "ne" oldukları ve "nasıl?" oldukları sorularına cevap arayışıdır. Bunun için "neden?" sorusuna cevap vermesini beklemek onu alanı dışına çıkartmak olur ki bu da çelişkiyi doğurur. Pozitif bilimler maddî olmayan şeyleri red veya ispat edemezler.
Vahiy yoluyla edinilen bilgiler ise "dolaylı bilgiler"dir. Ve vahyî bilgi üzerine inşâ edildiği aklî-mantıkî zemine uymak zorundadır. Bu zeminle arasında bir çelişki varsa o zaman akıl vahyî bilginin gerçekten kaynağından saf biçimde kendisine ulaşmadığına hükmeder. Nitekim "tahrif" olgusu bunun somut örneğidir. Hinduizm, Yahudilik ve Hristiyanlık bu zemine uyum gösteremediğinden dolayı "doğru bilgi" olma özelliklerini kaybetmişlerdir.
Vahyî bilginin edinildiği kaynak veya kaynaklar önceden güvenilirliğini ispatlamak zorundadır. Ulemanın dediği gibi "Örneğin bir peygamberin getirdiği mesajların doğruluğuna inanmak için önce onun peygamberliğinin hak ve doğru olduğunun ispatlanmış olması gerekmektedir. Bundan daha önce de, söz konusu mesajı gönderenin, yani Yüce Allah’ın varlığı ispatlanmış ve O’na tamamen iman edilmiş olmalıdır. Mesajı gönderenin -Allah- varlığı ve mesajı getirenin -peygamber- meşru aracılığını da sırf mesaja isnatla ispatlamak mümkün değildir. Yani mesela “Kur’an, “Allah vardır” diyor, o halde Allah’ın varlığı ispatlanmış demektir” denilemez. Önce Allah’ın varlığı ispatlanır da, ardından İslam peygamberinin ve Kur’an’ın hakkaniyeti anlaşılıp kabul edilecek olursa bu “muteber kaynak” ve “doğru haberci”ye isnadda bulunularak İslam inancı ve pratik hükümlerle ilgili teferruatlar kabul edilebilir." 
2. Adım:
1. Adımı attıktan sonra Duyusal ve aklî zeminin üzerine vahyî bilginin de eklenmesiyle Müslüman zihnin iman kapısından girme vakti gelmiştir. İşte bu aşamada Resullerin daveti iki şeyde özetlenmektedir:
1- İnanç 
2- Amel
İslam akidesinin amacı, Allah'ın varlığına, O'nun cemal ve celal sıfatlarına ve fiillerine imandır. Bu iman doğal bir zorunluluk olarak diğer inanç konularına imanı gerekli kılmaktadır. Allah'a inanç ahiretin/ilâhi adaletin ve kaderin varlığına inancı zorunlu kılmaktadır. Bu iki iman konusu (Allah-Ahiret) ise meleklerin ve resullerin varlığına imana, tüm bu iman ilkeleri de kitaplara imana götürmektedir. Bu iman ilkeleri ise Salih ameli zorunlu kılmaktadır. Salih amel, insanoğlunun kişisel ve toplumsal hayatını tatbik etmesi gereken teklif ve hükümlerdir.
Akide konusunda istenilen ve amaçlanan şey ilim ve yakindir ve ancak bu özelliğe sahip olan bir şey kesin delil olabilir. İşte bu nedenle her Müslüman'ın inancı konusunda yakin ve kesin bilgiye ulaşması gerekir ve bu konuda sadece diğerlerinden taklid ile yetinilemez.
Teklif ve hükümler (amel) konusunda istenilen şey ise, yaşamı onlara uyarlamaktır. Uyarlama mutlak nasslar ve değişken içtihadlar'dan oluşan fıkhın alanıdır.
3. Adım:
Vahiy kesin bir delil olduğu ve akıl da Allah'ın her insanın verdiği ortak kaynak olduğu için Allah'ın bu iki delil kaynağı arasında hiçbir zaman çelişki olmaması gerekir ve eğer bu ikisi arasında çelişki olduğu gözlenirse bilmek gerekir ki, ya o konuda dini algılamamız yanlıştır ya da aklî delilin öncüllerinde yanlışlık yapılmıştır. Çünkü Allah hiçbir zaman insanı çelişkili iki yola davet etmez. Hem ilahi vahye hem de o ilahi vahiyde defalarca aklın hakemliğine davet Allah'ın çelişkiye düşmeyeceği gerçeğinden hareketle bizi bu sonuca ulaştırır.
Akılla vahiy arasında gerçek bir çelişkinin olabileceği düşünülemeyeceği gibi, "ilim" ile "vahiy" arasında da asla çelişki olmaz ve eğer bazı durumlarda bu ikisi arasında bir çeşit çelişki olduğu görünürse, yine ya o konularda bizim dini algılamamız doğru değildir ya da bilgi kesinlik seviyesine ulaşmamış demektir. Genellikle de çelişki kaynağı bilimsel varsayımların aceleci bir şekilde kesin bilgi olarak kabul edildiği ve böylece çelişki olduğunun sanıldığı ikinci şıktır.
4. Adım:
İlk üç adımı attıktan sonra his ve duyuların ve aklî muhakemenin/mantık ilkelerinin kabul ettiği, aynı zamanda vahyî bilginin onayından da geçen her türlü bilgi "doğru" aksi her türlü bilgi de "yanlış" olarak kabul edilir. Bu alana sınanabilen nesneler ve konular girmektedir. Örneğin tarih bu alanın en önemli şubesidir. Akıl ve Vahyin onayını alan rivayetler, haberler de delil derecelendirmesinde akıl ve vahiyden sonra önemli bir yere sahiptirler. İslam düşüncesinde bu derecelendirmenin ilk maddesi "mütevatir" bilgidir. Aklen ve vahyen kesinliği onaylanmış bilgiye mütevatir bilgi deriz. Aklen onaylama tarihsel kesinlik şartlarını barındırması ile gerçekleşmektedir.(kitlesel olarak birbirlerinden bağımsız farklı kaynaklardan aynen bize ulaştırılıyor olması ve sözel bir senede ihtiyaç duymaması gibi) Vahyî onay ise vahyî bilginin prensiplerinden herhangi biriyle çelişmemesidir. Bu, sonra ve aşağı olanın önce ve yukarı olanla uyumlu olma zorunluluğunun sonucudur. Mütevatirin ardından sahih haber gelir ki o da daha aşağı bir konumdadır ancak vahyin onayı konusunda mütevatirle aynı ölçülere tabidir. İslam düşüncesinde haber'in sahihliğindeki ilk şart olarak "Kur'an'a arz" ve "isnad" belirleyendir.