Emir Tahiri
İranlı gazeteci-yazar
TT

Fransa'ya musallat olan hayalet: İslam hayaleti!

“Fransa’ya musallat olan bir hayalet var: İslam hayaleti!”  Bu, Fransa'da yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılacak onlarca adayın çeşitli tonlarda ve seviyelerde dile getirdiği ortak mesajdır. Bu durum, İngiltere'nin Avrupa Birliği'nden (AB) çıkmasına -ki hikâyesi 20 yıl öncesine kadar uzanıyor- tanık olanların zihinlerinde İngiltere'nin yaşadığı çilenin hatırasını uyandırıyor. İngiltere en nihayetinde giderek daha fazla bölündü ve sahte milliyetçilik sisi altında yürütülen göçmenlik karşıtı söylemin ortaya çıkardığı sorunları ele almaktaki etkinliği azaldı.
İngiltere'deki göçmenlik karşıtı slogan AB ülkelerinin vatandaşlarını hedef alıyordu. Ancak gerçekte tüm göçmenlere, özellikle de Afrika ve Güneydoğu Asya'dan gelen yabancılara yönelikti. Daha da önemlisi söz konusu göçmenlik karşıtı akımlar, artan eşitsizlik, endüstriyel planda gerileme, eğitim sistemindeki kriz, kırılgan demografi, siyasi erkin ve ahlakın kutsaldan arındırılması ve ülkenin bazı bölgelerindeki ayrılıkçı eğilimler gibi en derin sorunları gizlemeye çalıştılar.
Solun önde gelen adayı Jean-Luc Melenchon, birbirini izleyen Fransız yönetimlerini geleneksel Fransız ‘kuşatıcılık’ politikasını sürdürmekte başarısız olmakla suçluyor. Sosyalist aday Anne Hidalgo, Fransa'daki Müslümanların ‘Batı’nın Afganistan, Irak ve Batı Afrika gibi bölgelerdeki müdahalesi karşısında öfke duyduklarını’ söylüyor. Öte taraftan partisi kısmen Pekin tarafından finanse edilen komünist aday Fabien Roussel, Müslümanları ‘Fransız emperyalizmi ve modern proletaryanın kurbanları’ olarak görüyor.
Sağcı aday Valerie Pecresse ‘kontrolsüz göçü’ hedef alırken, Marine Le Pen ve Eric Zemmour gibi katı sesler, Fransa'yı şeriat temelli bir İslam emirliğine dönüştürmeye çalışacak Müslüman göçmenlerle ülkeyi doldurmaya yönelik bir komplodan söz ediyor. Zemmour, sözde komployu, Müslümanların adım adım gayrimüslim Fransızların yerini alacakları “büyük dönüşüm” olarak adlandırıyor.
Neredeyse tüm adaylar, tüm insanlık için bir model olduğunu iddia ettikleri “orijinal” Fransa'yı ihya etmek istedikleri konusunda hemfikirler. Fakat hiçbiri geri dönmek istedikleri orijinal veya asıl Fransa'nın net bir tanımını ortaya koyamadı. Zammour konuşmalarında kebap ve humustan bıktığını ve Fransa'nın “daha büyük bir Lübnan’a” dönüşmesini istemediğini sık sık tekrarlıyor.
(Bu arada Lübnan'ın kötü bir deneyim olmayacağını düşünüyorum. En azından Humeyniciler onu yok etmeye gelene kadar!)
Pecresse, “Marianne (Fransız Cumhuriyeti'ni simgeleyen büst) başörtüsü takmıyor” dedi. Fakat Marianne takmamış olsa bile Madonna'nın başörtüsü taktığını unutmuş gibi görünüyor. Le Pen ise çocukluğunda yaşadığı Fransa'nın ideal bir resmini sunuyor: Çiçek tarhlarıyla çevrili küçük meydanlardaki çeşmeler ve köy kiliseleri. Roussel’a gelince, o da 1930'larda var olduğu sanılan “Dayanışma Fransa’sı” için özlem duyuyor. Görünen o ki adaylar, Nil'in kaynağının asla Nil’in kendisi olamayacağını, bilakis binlerce küçük nehirden oluşan bir nehir olduğunu anlamıyorlar. Nitekim Fransa'nın da 2000 yılı aşkın süredir iç içe geçen sayısız etnik ve dini gruptan oluştuğu söylenebilir. Bugünkü adaylar bu çeşitliliği yansıtıyor. Öyle ki Le Pen, Kelt; Hidalgo, İspanyol; Zemmour Sefarad kökenlidir. Melenchon ise Fas’ın Tanca şehrinde doğdu.
Melenchon ve Roussel ‘Fransız ırkçılığından’ söz ediyorlar, ancak Fransa'nın Araplar da dahil olmak üzere Avrupalı ​​olmayanları parlamentosuna ve hatta kabinesine dahil eden ilk demokrasi olduğunu unutuyorlar. Aynı zamanda Fransa'nın -ABD'den sonra- dini ve etnik ayrımları aşan vatandaşlık kavramı icat eden ikinci ülke olduğu gerçeğini de gözden kaçırıyorlar.
Zemmour, Fransız topraklarında doğum yoluyla vatandaş olma hakkını kaldırmak, bunu sadece kanla sınırlamak istiyor ki bu Alfred Rosenberg'in 1930'larda Almanya'da savunduğu anlayıştı. Jordan Bardella, Zemmour'un iddiasını yineleyerek medeniyetler çatışmasından bahsediyor ki, bu da Amerikalı Samuel Huntington'ın onlarca yıl önce dile getirdiği bir kavramdı. Fakat kimse bize hangi medeniyetin hangi medeniyete karşı savaştığını söylemiyor.
Her halükârda İslam, pek çok medeniyete katkısı olmasına rağmen, kendi içinde bir medeniyet değil, bir dindir. Bununla birlikte üniversitelerine ve “Louvre Müzesi” gibi yerlere “İslami” adı altında onlarca farklı medeniyet, kültür ve sanat ürününü yerleştiren Fransızlardır. Bu da haliyle İslam'ı siyasi ideolojiye indirgeyen Müslüman Kardeşler, Humeyniciler, Boko Haram, El Kaide ve DEAŞ gibilerini de meşrulaştırıyor. Onlarca yıl boyunca bu çaba, Fransız devleti tarafından verilen mali, siyasi destek ve prestijden de yararlandı.
Fransa'da İslam ‘imajını’ oluşturan ve liderliğini Müslüman Kardeşler'e veren, Nicolas Sarkozy liderliğindeki Fransız İçişleri Bakanlığı'ydı. Hasan el-Benna'nın torunu Tarık Ramazan, birkaç Fransız hükümeti için İslami meseleler konusunda danışman olarak çalıştı. Fransa son otuz yıl içinde 3 binden fazla mescit ve Müslüman derneğini resmi olarak tanıyarak vergi indirimlerinin yanı sıra milyarlarca avro değerindeki mali imtiyazlardan yararlanmasını sağladı. Devlet onaylı “helal” etiketi tek başına devlet destekli “İslamcı” gruplar için yılda yaklaşık 80 milyon dolar gelir sağlıyor ki bu gruplar, İçişleri Bakanlığı'na göre Müslüman kökenli olduğu tahmin edilen yedi milyon Fransız vatandaşının yüzde birinden daha azını temsil ediyor.
Konut ve Şehir Planlama Devlet Bakanı Jean-Louis Borloo, 1990'lardan bu yana Fransız devletinin “Müslüman” banliyölere 22 milyar dolardan fazla yatırım yaptığını ve bunun yaşam standartları ve topluluklar arasındaki ilişkiler üzerinde hiçbir olumlu etkisi olmadığını söylüyor.
Belki de asıl sorun -özellikle de seksenlerden yana en düşük seviyede olduğu düşünüldüğünde- İslam ülkelerinden gelen göç değildir. Rakamlar, dünydaki 1,3 milyar Müslüman nüfusun bir milyardan fazlasının şu sekiz ülkede yaşadığını gösteriyor: Hindistan, Endonezya, Bangladeş, Pakistan, Nijerya, Mısır, Türkiye ve İran. Siyasi sığınma talebinde bulunan birkaç bin Kürt ve birkaç yüz İranlı dışında, bu ülkelerden hiçbiri Fransa'ya çok sayıda göçmen göndermedi.
Bir nesil önce, Fransız aydınlarının zengin aristokrat kesiminden bazısı “tasavvuf” ya da “sufi” adı altında İslam'a geçti. Yazarlar, yayıncılar, koreograflar, üniversite profesörleri ve hatta bir komünist filozof, bu inancın farklı versiyonlarına yöneldiler. Son yıllarda İslam'a geçiş, kendini geliştirmeye yönelik genel bir eğilim haline geldi. Bu bağlamda DEAŞ’a katıldığı tahmin edilen ve ‘internet mücahidleri’ olarak bilinen 5 bin Fransız vatandaşının çoğunun Müslüman olmayan bir kökenden geldiklerine veya Müslüman ailelerde doğmuşlarsa bile ebeveynlerinin inançları hakkında çok az şey bildiklerine dikkat çekmek gerekir.
Her halükârda, Fransız Müslümanlarının yüzde 1'inden azı dini vecibelerini yerine getiriyor ve böylece Fransa’nın bizatihi kendi eliyle yarattığı bir ‘İslam sorunundan’ mustarip olduğu açığa çıkıyor.
İslami araştırmalarda uzman isim olan Jacques Berque, Avrupalıların “siyasi sorunlarına cevap bulmak için Kuran'ı yeniden okumalarını” tavsiye ediyordu. Modern İslam uzmanlarından biri ve Cumhurbaşkanı Jacques Chirac'ın de danışmanlığını yapmış olan Gilles Kepel, Avrupa'nın geleceğini ‘Endülüs'e dönüşte’ görüyor ki, burada Müslüman bir halifenin yönetimi altında her inançtan insanın barış ve uyum içinde yaşadığı düşünülüyor.
Halihazırdaki cumhurbaşkanlığı kampanyası bu sorunu, hayali ‘kolektif dönüşüm” cehennemi veya Endülüs cenneti algısına göre değil, mevcut ve gerçek boyutlarıyla öğrenme fırsatı sunmuş olabilir.