İzzet Saad
TT

Rusya'nın Ukrayna'ya askeri müdahalesi: İlk yansımalar

Rusya ile ABD ve Avrupalı ​​müttefikleri arasında geçtiğimiz üç ay boyunca sürdürülen yoğun diplomatik temaslar ve çabalar başarısız oldu. Rusya Devlet Başkanı Putin ile ABD’li, Fransız ve Alman mevkidaşları arasında ikili düzeyde gerçekleşen temaslardan ve Rusya-NATO Konseyi veya Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı'nın çok taraflı çerçevelerinde sarf edilen çabalardan bir sonuç alınamadı. Rusya’nın “Avrupa'daki güvenlik dengesini yeniden tesis edecek, NATO’nun doğuya doğru genişlemesini önleyecek ve Batı’nın Rus çevresindeki askeri faaliyetlerine son verecek iki anlaşmayı müzakere etme” talepleri konusunda da herhangi bir ilerleme kaydedilmedi.
Moskova'nın Washington ve Brüksel'den bu şekilde bir talepte bulunmasının, yıllardır sürdürdüğü Avrupa’daki güvenlik politikasının stratejik hedeflerini temsil ettiğini anlamak önemlidir. Zira Rusya, ABD ve NATO ile kuracağı sözleşmeli ilişki ile Avrupa'da -özellikle doğuda- güvenliği yeniden formüle etmek istiyor.
Rus yetkililer, müzakerelerin başarısız olması durumunda Moskova’nın ‘teknik’ ve hatta ‘askeri’ önlemler alacağı tehdidinde bulundular, ki 24 Şubat'ta Başkan Putin'in “özel” bir askeri operasyon başlattığını duyurduğu zaman da gerçekte olan buydu. Bunun öncesinde -21 Şubat’ta- Putin, Ukraynalı mevkidaşına kaçması yönünde teklifte bulunduğu uzun bir konuşma yaptı. Batı'daki herkes bunun ne demek olduğunu anladı ve İngiltere Başbakanı Boris Johnson da dahil olmak üzere bazı Avrupa ülkelerinin liderleri, Başkan Zelenski'ye sığınma hakkı vermeye hazır olduklarını açıkladılar.
Moskova, Kiev'de 2014'ten bu yana iktidarda olan yönetimi darbeyle gelen gayri meşru bir rejim olarak görüyor ve aynı zamanda ayrılıkçı iki bölgedeki Rus azınlıkların korunmasını güvenceye alan Minsk Anlaşması’nın uygulanmadığını düşünüyor. Bu durum, Rusya'nın rejimi tanımasının anlaşmanın uygulanmasına bağlı olduğu anlamına geliyor. Rusya bu sonucu diplomatik yollarla elde edemediği için askeri önemlerini artırdı ve en nihayetinde askeri müdahalede bulundu. Bu askeri müdahalenin Minsk Anlaşması’nı sona erdirdiği ve en azından şimdilik Rusya'nın temel taleplerine dair tartışma kapısını kapattığı söylenebilir. Batı perspektifinden, Ukrayna'nın toprak bütünlüğü artık bir öncelik haline geldi.
Putin'in uzun vadeli stratejisi -Zelenski rejimini devirmek dışında- belirsizliğini koruyor. Aynı zamanda Rus askeri müdahalesinin ortaya çıkardığı bu yeni duruma yanıt olacak tutarlı bir Batı stratejisinin olduğunu söylemek zor. Ukrayna'daki rejime silah, askeri teçhizat ve insani yardım gönderilmesi ve Rusya'ya daha fazla yaptırım uygulanması dışında herhangi bir stratejiden söz etmek mümkün görünmüyor.
Askeri operasyonun yansımalarına gelince; bazı Rus uzmanlar Moskova'nın doğu Ukrayna'daki iki ayrılıkçı bölgeyi tanımasının olumsuz ve hesaplanmamış sonuçlar, aşırılıklar içerdiğini düşünüyorlar. Böyle bir adımın Rusya'nın güvenliğini artırması bir yana aksine Avrupa'da ve dünyada çatışmaları körükleyeceği, nükleer savaşa yol açabilecek doğrudan bir askeri çarpışma riskini artıracağına işaret ediliyor. Ayrıca Moskova'nın, NATO'ya aday ülkelerin -Ukrayna ve Gürcistan gibi- NATO üyeliğine olan ilgilerini azaltmak için alternatif güvenlik mekanizmaları bulmaya çalışması gerektiğine de dikkat çekiliyor. Bazı analistler, tüm bunlarla bağlantılı olarak Rusya'nın Ukrayna’ya müdahalesinin, “NATO'yu küllerinden dirilttiğini” savunuyorlar. ABD ve NATO, müdahalenin başlangıcından bu yana Ukrayna'nın başlıca savunucuları oldular. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un geçen yıl çağrıda bulunduğu Avrupa'nın stratejik özerkliği hakkında ise konuşmanın anlamı yok.
Tuhaf olan bir şey var ki o da Avrupa Birliği (AB) Savunma Bakanları’nın 15 Ocak'ta yapılması kararlaştırılan toplantıda NATO'dan bağımsız Avrupa gücü kurma önerisini tartışma planıydı. Bu plan, ABD’nin Afganistan'dan çekilmesinden sonra çokça konuşulmuştu. Ancak toplantının gündemi Ukrayna kriziyle sınırlı kaldı. Avrupalılar, Rusya’nın Avrupa’ya ilişkin bir meselede kendilerini marjinalleştirmesinden ve daima önce Washington ile diyaloga odaklanmasından rahatsızlık duyuyorlar.
Rusya’nın askeri müdahalesinin en önemli yansımalarının görüleceği yerlerden biri, Almanya ile olan özel ilişkisidir. Bu, Moskova'nın Avrupa ve ABD ile olan ilişki denkleminde önemli bir faktördür. Nitekim Berlin’deki iktidar yalnızca Kuzey Akım 2 projesini durdurmak değil, aynı zamanda Ukrayna'ya askeri teçhizat göndermek ve Rusya'ya karşı sert bir siyasi söylem benimsemek de zorunda kaldı.
Son olarak ön tahminler, Rus ekonomisinin Batı’nın yaptırımlarından ciddi şekilde etkileneceği yönünde. Bu yeni yaptırımların başında Rusya'nın uluslararası SWIFT sisteminden çıkarılması ve ikincil piyasada devlet tahvilleri üzerindeki işlemlere getirilen diğer kısıtlamalar yer alıyor. Birçok Rus uzman, Başkan Putin’in askeri seçenekte karar kılmasının öncesinde ABD ve onun müttefiklerinin Rusya'nın taleplerine yanıt vermeyi reddetmeleri karşısında ne şekilde karşılık verileceğine ilişkin önerilerde bulunmuşlardı. Bunlar arasında, NATO üyesi ülkelere yakın füze sistemleri konuşlandırmak, Küba ve Venezuela'da ABD'ye yönelik askeri tehditler oluşturmak, Afrika'nın istikrarsız bölgelerinde Rus özel askeri şirketlerinin varlığını güçlendirmek, Çin ile askeri iş birliği alanını genişletmek, Batı'ya yönelik propaganda ve siber saldırıları tırmandırmak gibi öneriler vardı. Diplomatik alandaki öneriler arasında ise Rusya’nın Paris Şartı'ndan (1990), Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı'ndan ve diğer uluslararası anlaşmalardan çekilmesi yer alıyordu.