Hazım Sağıye
TT

Açmaza sokma stratejisinin dönüşü

Altmışlı yılların sonlarında, Filistin davası ve İsrail sorunu ile başa çıkmak konusunda iki strateji çatışıyordu.
İlki Filistin direnişi çevresinde ortaya çıktı, “Fetih” liderlerinden Halil el-Vezir (Ebu Cihad) tarafından formüle edildi ve “açmaza sokma stratejisi" olarak adlandırıldı. Buna göre direniş, komşu Arap ülkeleriyle sınırlarının ötesinden İsrail'e füzeler fırlatıp, saldırılar düzenleyerek onu hedef alıyordu. İsrail, bu ülkelere kendi toprakları içinde şiddetle karşılık veriyor, bunun üzerine saldırıya uğrayan Arap ülkesi de karşılık vermek zorunda kalıyordu. Böylece Arap ülkeleri bir açmaza sokularak İsrail ile savaşa girmeleri, barış durumundan savaş durumuna geçmeleri sağlanıyordu.
İkincisi, açmaza girmekten kaçınma diyebileceğimiz bir strateji. Asıl kurucusu, Haziran 1967 yenilgisinden sonra “Filistin'i özgürleştirmek”ten ülkesinin “işgal altındaki topraklarını geri almaya” geçiş yaparak bu stratejinin temelini atan Cemal Abdunnasır'dı. Bu stratejinin özü, ülkeleri birbirinden ayırmak ve sorunları arasında ayırıcı çizgiler çizmekti. İki strateji arasındaki anlaşmazlık, o yılın sonunda BM’nin 242 sayılı kararından, ardından 1969'daki Rogers Planı’ndan sonra bir medya ve siyaset savaşına dönüştü. Ürdün’de iki tarafın destekçileri arasında çıkan silahlı çatışmalar da bu savaşa eşlik etti.
Zaman, farklı şekillerde ikinci stratejinin lehine çalıştı. Bir yandan Filistin direnişi, İsrail’in 1982'de Lübnan’ı işgal ederek onu  Yahudi devletini sınırlarından uzaklaştırmadan önce kendisini iki iç savaşın ortasında buldu; Ürdün (1970) ve Lübnan (1975).
Diğer yandan, hiçbir Arap ülkesi artık İsraillilerle doğrudan bir çatışmaya dahil olma açmazına düşmemeye başladı.
Mısır ve Suriye, 1973’te giriştikleri Arap-İsrail savaşından, Mısır barış süreci, Suriye ikili sınırların sıkıca kapatılması, kapalı kalması konusunda garantilerin sunulması, Lübnan arenasını herhangi bir tıkanıklık ve bezginliği yatıştırmaya tahsis edilmesi yoluyla çıktı.
Ürdün 1973 Savaşına katılmamıştı bile. Irak ise Ürdün'deki güçleri aracılığıyla Kral Hüseyin'e Ürdün'ü açmaza sokan enstrümana, yani Filistinli silahlı örgütlere son vermesine olanak tanıdı.
Yerinde sayma, yalpalama ve şiddetli bir Suriye-Filistin savaşından sonra, birinci strateji, 1993 Filistin-İsrail Oslo Anlaşmaları, ardından 1994 yılındaki Ürdün-İsrail Vadi Araba Anlaşması ile doksanlarda nihai bir şekilde öldü.
Carnegie’den araştırmacı Muhannad Hac Ali'ye göre bugün, açmaza sokma stratejisini veya Yaser Arafat'ı canlandırma eğilimi var. Bu önemli makalesinde Hac Ali, bu yıl Beyrut'ta geleneksel olarak Hizbullah'ın sponsorluğunda düzenlenen “Kudüs Günü”nde meydana gelen değişime değindi. Yazar, Lübnan'daki bazı liderlerinin varlığına dikkat çekerek kutlamaların artık Hamas Hareketiyle koordineli olarak düzenlendiğini belirtti.
Hac Ali, Hizbullah’ın 2019'dan beri Lübnan'ın İsrail-Filistin meselesindeki rolünü üç anlamda değiştirdiğini düşünüyor; birincisi, ülke, daha önce Suriye’de yaşayan, ardından Türkiye ve Katar'a taşınan Hamas liderlerinin bir sonraki sığınağı oldu. 2017'den beri Beyrut'ta ikamet eden Salih el-Aruri'ye iki lider, Halil el-Hayya ile Salih Cabarin katıldı. İslami Cihad liderlerinden Ziyad Nahala da onlara eklendi. Bu arada Yahya Sinvar'ın Hamas liderliğine yükselişi, daha önce Hamas’ın Suriye ile ilgili pozisyonundan rahatsız olan Hizbullah ve İran ile ilişkisinin yeniden canlanmasına neden oldu.
İkincisi, Hamas’ın ilk kez Lübnan'da askeri bir varlık oluşturduğu görülüyor. Beş ay önce Sur yakınlarındaki Burc eş-Şimali kampında Hamaslı Hamza Şahin’in öldürüldüğü bir patlama bunun kanıtıydı. Hamas patlamayla ilgili söylentileri yalanladı, ancak Şahin'in ölüm bildirisinde onun bir "cihat görevi" sırasında öldüğüne atıfta bulundu. Bu yeni askeri varlık, Filistinli fraksiyonlar arasındaki ünlü çatışmaların yeniden canlanmasıyla aynı zamana denk geliyor. Nitekim Şahin'in cenazesinde 3 Hamas üyesi öldürüldü ve bazı Lübnan medya organları bunun sorumlusu olarak Fetih Hareketinin destekçilerini gösterdi.
Üçüncüsü, Hamas'ın askeri varlığı, onunla özellikle İran'ın Iraklı, Suriyeli ve Yemenli silahlı takipçileri arasındaki daha yüksek koordinasyonuna paralel olarak büyüyor.
Hasan Nasrallah'tan sık sık alıntı yapılarak, Kudüs'te olup bitenlerden yola çıkarak, savaşın yenileneceğinden giderek daha fazla bahsediliyor. Zira kutsallıklar tehlikedeyken, sahte sınırların anlamı yoktur! Bu bağlamda yaklaşık 2 hafta önce Lübnan topraklarından İsrail'e iki füze fırlatıldığını belirtelim.
İsmail Heniye'nin 2020 yazında Lübnan'daki Filistin kamplarını ziyaretiyle daha önce uyanan geçmişin hayaletleri yavaş yavaş hortlaklara dönüşüyorlar; daha fazla silah ve bu konuda daha fazla denetimsizlik, İsrail'in ölümcül tepkilerine meydan veren sınır saldırıları, fraksiyonlar ve örgütler arasındaki çatışmalar, ekonomik çöküşü ve Lübnan’a yönelik uluslararası güven eksikliğini sürdürme ısrarı, Lübnanlılar arasında büyüyen iç bölünme...
Kısacası, Lübnan’ı bir savaş açmazına sürükleyebilmenin koşulları tamamlanmış bulunuyor. Lübnan devletinin yok oluşa yaklaşması, bu yok oluşu koruyan, Filistin-İsrail barışının başarısızlığına, aynı zamanda Tahran'ın kurucu bir rol oynadığı bölgenin başarısızlığına yatırım yapan, onu ebedi ve temel bir ilkeye dönüştüren İran'ın gücü, bu durumu daha da tamamlıyor. Bugün Lübnan ve Suriye boş bir toprak. Birinin onu “doldurması”nı beklediği bir boşluğa dönüştü.
Başa geri mi dönüldü?
Evet, ama arada farklar var; bu ifadenin anlamı ne olursa olsun, bugün görev Filistin'i kurtarmak değil, aksine, İran'ı çatışmalarında desteklemek.
Lübnan'a gelince!
Ülkenin mevcut haliyle yeniden açmaza sokulması, İrancı merhametsizlerin hem de “Lübnan sevgisi” adına ülkenin kalbine sıkacağı ölümcül bir kurşun olacak.