Nasif Hitti
TT

Ortadoğu’da zirveler: Bölge nereye gidiyor?

Başta bu ay olmak üzere son aylarda gerçekleştirilen ikili ve üçlü zirvelerin sayısı ve Cidde Güvenlik ve Kalkınma Zirvesi, bir şeye işaret ediyorsa o da pek çok değişime tanık olan ve tanık olmaya devam eden bölgenin bir yol ayrımında olduğudur. Değişimler, şu veya bu krizin daha da tırmanmasına neden olabilecek bir patlamaya ve yangınların yayılmasına, bir tırmandırmanın kontrolden çıkmasına götürebilir. Yahut kademeli bir yatışma, uzlaşı ve istikrar süreci şeklinde yansıyacak anlayışlara sevk edebilir.
Bazı ikili zirveler, genellikle olduğu gibi ya ilişkileri geliştirmek ve kritik bir bölgesel anda ilişkilerin derinliğini vurgulamak ya da bir soğukluk veya gerginlik döneminin ardından normalleşen iş birliği ilişkilerini güçlendirmek için düzenlendi. Ukrayna krizi, gerek ABD’nin gerekse Rusya'nın Ortadoğu'daki zirve diplomasisinin ivme kazanmasının kilit unsuruydu ama elbette tek değildi. ABD’nin zirve diplomasisini Cidde zirvesi temsil ederken, Rusya’nınkini Tahran zirvesi temsil ediyordu. İki büyük güçten her biri, toplanma zamanı ve sonuçlarıyla zirveleri diğer güçle mücadelesinde kullanmaya çalışıyor. Amerikan katılımı, öncesinde görülen ve ona eşlik eden hareketlenmeler ve pozisyonlar, özellikle de Başkan Obama döneminde yıllarca sürdürülen “arkadan liderlik” veya resmi bir açıklama yapılmadan bölgeden kademeli olarak çekilmeden sonra, ABD'nin bölgeye yönelik yeni angajmanına işaret etti. Bilhassa Ortadoğu meseleleri ele alınırken “Trump Doktrini”nin bir parçasını oluşturan keskin tek taraflılık politikası, çatışma dili, basitleştirme, indirgeme ve bölgenin özgünlükleri konusundaki bilgisizliğin ardından. Elbette Cidde zirvesinin zamanlaması ve bölge açısından önemi, bahsettiğimiz gibi bölgenin bir yol ayrımında olmasından kaynaklanıyor. Nükleer anlaşmanın (5+1 anlaşması) yeniden canlandırılması müzakerelerinin tıkanması, bunun olası yansımalarının yanı sıra zirveye katılanların sayısı ve doğası da zirveyi önemli kılan hususlardı. Zirve ile Ortadoğu bölgesindeki zorluklarla nasıl başa çıkılacağı konusunda etkin bir Arap pozisyonunun kristalleşmesi bilhassa büyük önem taşıyor.
Öte yandan, bir dizi bölgesel öncelik konusundaki fikir birliği, Amerikan hedeflerinin zirveye dayatıldığı ve zirve tarafından benimsendiği anlamına gelmez. Zira Arapların tutumu netti; zirveden önce önerildiği gibi “Arap” veya “Ortadoğu” NATO’su diye bir şey söz konusu değil. Washington'ın Ukrayna krizinin etkileriyle başa çıkmak için talep ettiği doğal gaz ve petrol üretim hacminin önceden belirlenmesi diye de bir şey yok. Bu pozisyon aracılığıyla Arap ülkeleri, ABD’ye Rusya ve Çin Halk Cumhuriyeti ile arasındaki normal ilişkileri hatırlattı. ABD'nin Filistin meselesindeki tutumuna gelince, pratikte yeni hiçbir şey getirmedi. Amerikan Başkanının Filistin Devlet Başkanı ile görüşmesi, Filistin-İsrail müzakerelerini canlandırmaya yönelik gerçek bir içeriği olmayan törensel bir zirve olarak tanımlanabilir. Zira Filistin-İsrail müzakereleri bölgesel öncelikler listesinde yer almıyor. Buna karşılık “Kudüs Deklarasyonu”nda, ABD-İsrail stratejik ortaklığı ve özellikle İran'ın nükleer tehdidi karşısında bu ortaklığın güçlendirileceği yeniden vurgulandı. ABD'nin iki devletli çözüme vurgu yapmasına rağmen, bu hedefe yönelik yakın, dolayısıyla etkili bir diplomatik hareketlenme olduğuna dair hiçbir belirti yok. Bu durum, bölgede istikrara hizmet etmemesi bir yana, yaşanan tıkanıklık nedeniyle Filistin kartının arzu edilen ve unsurları bilinen uzlaşının hedeflerinden uzakta, bölgedeki çatışmalarda kullanılması oyununa katkıda bulunuyor. Kaldı ki bu hedefler, herhangi bir eyleme dönüşmeden sadece zaman zaman diplomatik söylemlerde sözlü olarak hatırlatılmakla kalıyor.
Tahran zirvesinin birinci ve doğrudan kaygısı, Türkiye'yi kuzey Suriye'de güvenli bir bölge inşa etmek için düzenleyeceği operasyonun tehlikelerine “ikna etmek”ti. Operasyona gerek Türkiye’nin Astana Grubu'ndaki iki partneri gerekse Moskova ve Tahran'ın Batılı “düşmanları” karşı çıkıyor. Öte yandan Moskova ve Tahran, Ukrayna dosyasında arabuluculuk rolü oynamaya, gerilimi kontrol altına almaya ve diyalog için ortak bir zemin bulmaya çalışan bir NATO üyesi olan Türkiye ile özel ilişkiyi de korumak istiyorlar. Özetle bu 3 ülkenin çıkarları bazı meselelerde birleşirken, diğer meselelerde çatışıyor veya bir arada var oluyor. Dolayısıyla bu, büyük uzlaşıların yokluğunda veya bunların olması beklenirken, sahadaki durumlarını iyileştirmek için ülkeler arasındaki en fazla karta sahip olma yarışıdır. Bir ay sonra, kapsamlı ve kademeli bir diyalog sürecini başlatmak amacıyla dostları ve muhalifleri bir araya getiren Bağdat konferansının birinci yıldönümü. Kabul edilen diyalog sürecinin hedefi ise devletlerarası ilişkileri düzenlemesi gereken uluslararası hukuk kuralları ve teamüllerinin uygulanması ve uyulması temelinde anlaşmazlık ve çekişmelerin kontrol altına alınması ve çözülmesiydi.
Anlattıklarımızdan hareketle, bahsettiğimiz kurallar ve teamülleri mi temel alacağız yoksa herkesin farklı zamanlarda kaybedeceği bir tür bölgesel kaos sistemini sürdüren “düzensiz” ve sınırsız çatışmalar oyununa mı devam edeceğiz? Şimdi soru bu.