Vahdettin İnce
Yazar
TT

Şark cephesinde topraktan hüzün fışkırıyordu

Köyümüzün yaşlıları bilir, köyün güneyinde bir, doğusunda bir, batısında da bir olmak üzere üç mezarlık vardı. Güneyinde olan, yani kıble tarafına düşen mezarlık doğal olarak Müslümanlarındı. Doğusundaki de Ermenilerin mezarlığıydı. “Xaçên filan” (Hristiyanların haçları) denirdi oraya. Müslümanların mezarlığı deyim yerindeyse mamurdu, bakımlıydı. Ermenilerinki ise bir süre yerinde kaldı. En azından çocukluğumda üzerinde haç işareti bulunan mezar taşlarının arasında saklambaç (çavgirtonek) oynardık. Şimdi yerlerinde yeller esiyor, çünkü üzerlerine evler yapılmış. Ama ismi duruyor; rasta xaçan (haçlar düzlüğü) deniyor o mıntıkaya. Bir de suyu soğuk bir pınar var düzlüğün ortasında “kaniya xaçan” (haçlar pınarı) diye. En ilginci ise köyün batısındaki mezarlıktı. Aslında bu mezarlığın adı var kendisi yoktu. Gorên êzdiyan (Yezidilerin mezarları) adı verilen yer “topikê rûtik” (çıplak tepe) de denen, orada mezarlar olduğunu gösteren hiçbir işaret bulunmayan kupkuru bir tepecikti. Anlayacağınız bizim köy çok dilli, çok dinli bir yermiş vaktiyle. Köye niçin “Pêrtax” (Pirtax) dendiği de anlaşılıyor böylece. Çok mahalle yani. Her kesi çağdaşlık tornasından geçirip tek tipleştiren asri zamanlar gelip çatıncaya kadar üç dinin mensupları ayrı mahallelerde ama aynı köyde yaşıyorlarmış anlaşılan. Yer üstünde bu çeşitlilik kalmadı ama toprağı sıksan yer altından çeşitlilik fışkıracak.
Yine bir serhed kasabasından bir başka serhed kasabasına, hadi bu sefer adını vereyim, Kürtlerin Bazîdaxa, Türkçede Çaldıran denen ilçeye gidiyorum. Minibüse biner binmez kendimi bir hikayenin kıyısında buldum. Yanımdaki ikili koltukta oturan iki adam hararetli bir şekilde tartışıyorlardı. Aralarında bir sınır anlaşmazlığı olduğu anlaşılıyordu konuşmalarından. Sınırlarında anlaşamadıkları arazi Arîkele köyüne yakın zîndanan (zindanlar) denen yerdeymiş. Biri “sînorê zeviya min hetanî zindana Kok axa ye” (Benim tarlamın sınırı Kok ağanın zindanına kadardır) diyordu. Kok axa deyince birden hatırladım:
Birkaç sene önce yolumuz Miks’e (Van-Bahçesaray) düşmüştü bir sempozyum münasebetiyle. Akşam öğretmen evinin misafirhanesinde oturmuş farklı yerlerden gelenlerle sohbet ediyor, tanışıyorduk. Biri benim Heyderan aşiretinden olduğumu öğrenince “senin Êzîdilere özür borcun var” demişti. Niçin? diye sormuştum. Çünkü ebeğe (Çaldıran) ovasında Kok ağanın yönetiminde yaşayan bütün êzîdileri Heyderiler öldürdü, sürdü, bir kısmını da zorla Müslüman yaptı, dedi. Heyderiler adına değil ama kendi adıma üzüldüğümü belirteyim demiştim.
Yanımdaki ikili koltukta oturan adamların konuşma tarzları ilginçti. Özellikle birisinin. Yaklaşık bir bir buçuk saat süren yolculuğun sonuna kadar her fırsatta dokuz kere hacca gittiğini söyledi durdu. Bazen yemin ediyordu “bi wê heca ku neh caran çûmê” (dokuz kere gittiğim hacca yemin ederim) diye. Bazen söylediğinin doğru olduğunun delili olarak “ez neh caran çûme hecê!” (dokuz kere hacca gitmiş adamım ben) diyordu. Her seferinde mutlaka göz ucuyla da beni süzüyordu, dokuz kere hacca gitmesinin benim üzerimdeki etkisini ölçmek istiyordu zahir. Bugüne kadar en fazla iki veya üç, bilemedin dört kere hacca gitmiş kimseleri görmüş, duymuş biri olarak etkilenmediğim söylenemezdi. Özellikle bölgenin ekonomik düzeyini göz önünde bulundurursak etkilenmemek mümkün değildi zaten. Hatta her duyduğumda gözlerim fal taşı gibi açılıyordu. (Muhtemelen kara yoluyla hacca gitmenin serbest olduğu zamanlarda otobüs şoförüymüş diye geçirdim içimden.) Sadece kendisi söylese neyse, öbürü de bazen “bi wê heca ku tu neh caran çûyiyê kim” (senin dokuz kere gittiğin hacca yemin olsun) diye karşılık veriyordu.
Minibüs Çaldıran merkezde durdu. Beni bekleyen akrabamız yemeğe götürdü. Kalkarken yemeğin parasını ödemek istedim, bırakmadı. Tam “bi wê heca ku ez çûmê” (gittiğim haccın hakkı için) diye ısrar edecektim ki henüz hacca gitmediğimi hatırladım, vazgeçtim. Sabahleyin akrabamıza dedim, bugün Arîkele köyüne, Kok ağanın zindanlarını görmeye gidelim, dedim. İkindi vakti gittik.  
Çaldıran ovasında Arîkele denen köyün yanında zîndanan (zindanlar) diye bir yer. Orada kümbet şeklinde iki kalıntı duruyordu. Biri nispeten sağlamdı, diğeri ise anlatılanlara göre defineciler altın bulmak amacıyla dinamitle patlattıkları için harap olmuştu. Bölgede söylediğim gibi asri zamanlar gelip çatıncaya kadar Êzîdiler yaşıyorlardı. Êzîdilerin başında Kok ağa diye biri varmış. Burası da Kok ağanın zindanıymış. İçine baktım karanlıktı. Kim bilir, kimler, kaç zaman burada kalmışlar? Ya da kimler içinde ölmüş, diye düşündüm.
Güneş batmak üzereydi. Arabaya binmek üzere ayrılırken ayağımın altındaki toprak çöktü. Yüzeye bayağı yakın bir yığın insan kemiği. Bizim köydeki adı var kendi yok gorên êzidiyan geldi aklıma. Burası da kupkuru çıplak bir yerdi. Yemyeşil bir yonca tarlasının kıyısında çıplak (rûtik) bir zemin. Tanrım! Yoksa bu muydu dokuz kere hacca gitmiş adamın tarlası, êzîdî kemiklerinin gömülü olduğu yerin yanı başında! Ayağım zeminin yüzeyine yakın kemiklere temas ederken bir hüzünlü ürperti sarmıştı bedenimi. Kemiklerin üzerini toprakla örterken onlardan özür diler gibiydim.