Rıdvan Seyyid
Lübnanlı akademisyen, siyasetçi- yazar Lübnan Üniversitesi'nde İslami ilimler profersörü
TT

Dini uyanış hareketleri, karşılıklı etkiler ve küreselleşme

Son zamanlarda, Abdullah el-Mudaifer’in programında, dini uyanış hareketlerinden Sururiye ile olan deneyimlerini anlatan Halid el-Addad’ın röportajını dinledim. Dindar çevrelerde, düşünce ve davranışta yol açtığı ayrılıklarla dine, toplumlara ve ulusal devletlere zarar veren yüzlerin ortaya çıkmasından başka -açıklaması olmayan- korkunç detayları pek bilmiyordum. Bu kurucu deneyimler, Arap Baharı sırasında köktendinci hakimiyetin düşüşünün ardından ortadan kalktı. Ancak Arap ve İslami çevreler dışındaki araştırmalar, son yıllarda uyanışçılarla demokratik ve laik devletler arasındaki karşılıklı etkilere odaklandı. Bu olgular iki kısımdır: Birincisi, ABD ve Hindistan gibi ülkelerdeki siyasilerin seçimlerde dini akımlara başvurmasıyla ilgilidir. İkincisi ise birçok devletin, dini ve siyasi özgürlükler bahanesiyle ya da bazen belirli hedeflere ulaşmak için devlet yönetimlerine baskı yapmak dışında bir bahane olmaksızın ülkemizdeki uyanışçılara ve dirilişçilere yönelik politikalarıdır.
Bu bağlamda, stratejik amaçlar ve din politikalarında Scott Hibbard’ın “Religious Politics and Secular States: Egypt, India, and the United States” (Dini Politika ve Laik Devletler: Mısır, Hindistan ve Birleşik Devletler) isimli kitabını referans alırdım. Hibbard bu kitabında, ABD ve Hindistan’daki evanjelik ve Hindu uyanışçıları ile siyasi partiler arasındaki karşılıklı etkileri inceliyor. Burada geçen yüzyılda köktendinciliğin yükselişinde, köktendincilik olgusunun yükselişinde parti siyasetinin hiçbir rolü olmadığını ve partiler arasında artan rekabet karşısında ayrılıkçı ya da neo-dincilerin oylarının kazanılmaya çalışıldığını savunuyor. Örneğin, Carter büyük Protestan kiliselerinin oylarını alırken, Reagan ve onun ardından Cumhuriyetçiler neo-dincilerin oylarını kazandı. Benzer durum Hindistan’da Ulusal Kongre Partisi ile Bharatiya Janata Partisi (BJP) arasındaki rekabette de aynı şey yaşandı.
Şu anda elimizde en önemlileri Putnam, Luca Ozzano ve Enzo Bacci tarafından yapılmış birçok çalışma var. Bu çalışmalar istatistikleri, dindarların sayılarının artması ve siyasallaşarak belirli bir parti ya da partilere taraf olmaları açısından ele alıyor. Ülkelerimizdeki şu ya da bu eğilimi desteklemek için yapılan siyasi müdahalelere gelince araştırmacılar, diplomatların beyanlarına ve sivil toplum gruplarının faaliyetlerine dayanan anketleri kullanıyorlar. Şimdi bu fenomenlere dikkat edilmesinin nedeni nedir? Bunun temelde üç sebebinden bahsedilebilir. Birincisi, dinin sürekliliği ve siyasetteki etkisi; ikincisi, dini olanla ulusal olan arasında patlak veren popülizm; üçüncüsü ise Arap ve İslam ülkelerinde her türlü etkiye açık olan değişkenliktir.
Luca Ozzano, “The Masks of the Political God: Religion and Political Parties in Contemporary Democracies” (Politik Tanrının Maskeleri: Çağdaş Demokrasilerde Din ve Siyasi Partiler) kitabında Hindistan, Türkiye, İsrail, ABD, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da etkinin karşılıklılığı olgusunu inceliyor. Ozzano uzun bir düşünme ameliyesinin ardından Hindistan’da mevcut başbakan döneminde bir değişimin gerçekleştiğini, ‘milli-dini ya da dini-milli’ tutumun iç siyaseti kontrol altına aldığını, büyük ve yerel partilerin onun etkisi altına girdiğini söylüyor. Türkiye’ye gelince; Erdoğan, yeni dincilerim, İhvan benzerlerinin ve Fethullah Gülen’in sırtında yükseldi. Ancak Anadolu’nun yoksulları ve şehirlerdeki orta sınıflarla ilişkisini güçlendirdikten sonra hepsini geride bıraktı ve bölgede ve uluslararası arenada bir gladyatör gibi -her ne kadar Ozano’nun analizleri onun popülaritesinin partinin popülaritesinden daha fazla olduğu yönünde olsa da- göründü. Türkiye’deki dini uyanışı araştırırsak, başörtüsü takmanın çok büyük devrim olmasının ardından bunun normalleştiğini anlarız. Erdoğan’ın Müslüman Kardeşler’i ve onlarla birlikte Mısır’ı nasıl manipüle ettiğini bilirsek, devletin ve siyasi sistemin din ile oynadığı çeşitli kartları içeriden daha fazla dışarıya karşı kullandığını fark ederiz. İçeride ve sembolizm dönemi sona erdikten sonra çıkar siyasetinden, milliyetçilikten ve ulusalcılıktan yardım almak zorunlu hale geldi. Burada, tıpkı diğer laik partilerde de olduğu gibi dindar görünmeye çalışmazlar, bu yüzden terk edildiklerinde mahcup duruma düşerler. Erdoğan’ın, İsrail ve Suriye rejimiyle olan ilişkisinde düştüğü durumda olduğu gibi.
Ozzano meseleyi İsrail siyasetinde takip ediyor ve partiler arası büyük çekişmelerinin aşırılıkçı dini azınlıkları ön plana çıkardığını ve böylece çoğunluğun ulus-devletin ve laikliğin çehresini Hindistan’dan çok daha fazla değiştireceği gibi bir sonuca varıyor. Ozzano ve Putnam bundan çıkışın sorunlarını tartışıyor ve bunun, seçim yasası değiştirilerek ve dini parti üyelerinden çeşitli ayrıcalıkların alınmasıyla sağlanacağını düşünüyorlar. Ancak laik de olsa buna hangi siyasetçi cüret edebilir? Üstelik yeni dindarlar, öncekinden farklı olarak milliyetçilere daha yakınlar. Her iki taraf da düşmanını Yeşil Hat’tın gerisinde ve önünde Araplarda buluyor ve sayıları yaklaşık olarak Yahudi sayısına ulaşıyor ki birlikte sayarsak daha fazla sayıda olduklarını söyleyebiliriz. Bu, aşırılık yanlısı İsraillilerin yöneldiği tehlikeli bir yöndür.
Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya gelince, buralarda siyasal İslam partileri düşüştedir. Sonuncusu, Tunus’taki Nahda Hareketi’nin başına gelenlerdir. Libya’dan Fas’a, Tunus’tan Cezayir’e kadar bu partiler geniş fırsatlar yakaladılar, ancak bunları değerlendiremediler. Bu nedenle, sönmeye ve etkisizleşmeye yüz tuttular. Bu konudaki en açık örnek, İslamcıların on yıl ya da daha fazla hüküm sürdüğü ve ardından seçimlerde efsanevi bir yenilgi aldığı Fas örneğidir.
Diğer taraftan Ozzano’nun, Myanmar ve çevresindeki Budist sahasında tartışmadığı durumlar var. Ancak bu durumda, bir yanda devlet ve ordu, diğer yandan Budist fanatizmin ortaya çıkışı arasında ayrım yapmak mümkün değildir. Geriye Amerikan neo-evanjelik fenomeni kalıyor, ki bu kırk yıl önce Billy Graham’ın liderliğinden bu yana bir miktar istikrar kazanmıştır. Evanjelik uyanışın avantajı kurumlara dönüşmesidir ve bu nedenle yükseliş ve düşüş zamanları arasında ayrım yapmak mümkün değildir. Burada uyanışçılar ile popülistler arasında ayrım yapılmalıdır. Dini muhafazakârlar veya aşırılık yanlıları Trump’a orta ölçekte destek verdiler. Ayrıca Trump, karizmatik kişiliği etrafında toplanan popülist hareket tarafından destekleniyordu. Öte yandan dindar olmayan popülistlerin talepleri diğerleriyle kürtajı önlemek gibi gündemlerde kesişseler bile, özel ve daraltıcıdır; evanjelik talepler ise genel, misyoner ve bazen de mesiyaniktir.
Her halükârda Putnam için Biden’in zaferi, evanjelik aşırılık dalgalarının henüz bitmemiş olsa da sakinleştiğini gösteriyor. Belki de evanjelikler daha ziyade yeni bir kahraman arıyor olabilir! Demokratik ülkeler, uyanışçıları ortaya çıkaran olmasalar da onlardan faydalandılar. Ardından Afganistan ve Irak gibi yerlerde bu uyanışçı hareketler onların aleyhine döndü. Arap ve İslami çevreye gelince, ulus-devletler siyasi ve cihatçı uyanışçıların ajitasyonundan zarar gördü. Dalga yükseldi ve geri çekildi fakat sönmedi. Yine de yükselen ulus devletin önünde duramaz. Bütün bunlar neden oldu? Anketçiler bunu, büyükleri parçalayarak küçük ve fanatik kimlikleri ortaya çıkaran “küreselleşme”ye bağlıyor. Bu ise gerçekte, birçok dini kimlik değişikliği fenomenine rağmen ikna etmeyen genel bir sözdür.