Vahdettin İnce
Yazar
TT

Samirilerin sesi niçin çok çıkıyor?

Muş’tan Tatvan’a doğru giderken solumuza düşen Muş ovasını kim bilir kaçıncı kez seyrediyordum. Yaz mevsiminde ova, usta bir ressamın elinden çıkmış göz alıcı ve yemyeşil bir tabloyu andırır. Şurada burada şeker pancarı ya da belki de tütün tarlalarını çapalayan, kavun-karpuz bostanlarını sulayan kadınlar, erkekler yemyeşil tabloya biraz da hareket katsınlar diye çizilmişler gibi duruyorlardı. Az ileride ağzını açmış bir canavarı andıran dağın içinden Vangölü ekspresi çıkıverdi. Ovayı kıyı kıyı geçen tren tabloya bulut kondurur gibi havaya kara bir duman bırakıyordu. Biraz ilerledikten sonra artık Rahva adını alan ovanın kenarındaki  Norşîn’de (şimdilerde Güroymak diyorlar) durduk. Şehrin girişinde Norşin tabelasını görünce arabadan indim. Dedemi hatırladım.
Her sene hasadı kaldırdıktan, evin kışlık hazırlığını tamamladıktan sonra buraya, şeyhini ziyaret etmeye gelirdi dedem. Kağnı arabasıyla çıktığı bu seyahat aşağı yukarı yirmi yirmi beş gününü, bir ayını alırdı. Peynir, bulgur vs gibi bazı hediyelerle gider oradan teberrük kabilinden hediyelerle dönerdi. Ama en çok da dilinden düşürmediği şeyhinin nasihatlerini getirirdi. Tekyada (Tekkenin Kürtçesi) kaldığı günleri, tanıştığı sofîleri, medresede kulak misafiri olduğu dersleri, yolda uğradığı köyleri, yaşadığı ilginç olayları, atlattığı tehlikeleri anlatıp dururdu bize, bir hac seferinden dönüyormuş gibi. Bizim evde fırsatlar “Norşîna mala Seyda”yı anmak, oradan bir anekdot anlatmak, bir öğüt aktarmak için bulunmaz nimetlerdi dedem için. Bizim köye yakın “Norşîn” adında bir köy daha var. Onunla karıştırılmaması için “Norşîna mala Seyda” derdi. Noşîna mala seyda bizim evin, bizim köyün feyiz kaynağıydı.
Aynı sıklıkta anılan bir yer de Erciş’in Zîlan deresine giden yolunun başlangıcında yer alan Êrşad (şimdilerde ona da Işıklı diyorlar) köyüydü. Orada da Seydayê Mele Abdullahê Dîbo’nin müderrisi olduğu medrese vardı. Norşîn bizim için manevi irşad, feyiz membaı konumunda iken Êrşad seydası Mele Abdullahê Dîbo da hukuki, fıkhi, şeri sorunların, ihtilafların çözüm merciiydi. Dedem her iki tarafla da bağ kurmuş ve bununla övünürdü. Norşîn’de bağlandığı şeyhi vardı. Êrşat’ta Mele Abdullah da Büyük Heyderan aşiretinin ana kollarından Şêxhesenan’ın bir boyu Elikan kabilesinin “mala Dîbo” ailesine mensuptu. Yani bir taraf mürşidi, bir taraf da akrabasıydı dedemin dediğine göre. Bizim köylülerin ricası üzerine Mele Abdullah bizim köye medrese eğitimini vermesi için icazet verdiği bir talebesini göndermişti. Onun rahle-ı tedrisinde birkaç yıl temel dersleri aldım. İlkokulu bitirdiğim sene, dedem, bu medresede okuduğun yeter, artık seni Norşîn medresesine götürmenin vaktidir, dedi. Dedem o yaz vefat etti. Benim için de başka bir yol çizmişti kader.
Şehrin girişindeki tabelada büyük harflerle yazılan Güroymak isminin altında bir paranteze sıkıştırılmıştı dedemin Norşîn’i. Norşîn’in o nefis havasında adeta nefessiz kaldım bir an için. Nedense parantez göğsümde ve gittikçe daralıyormuş gibi geldi bana. Yola devam ettik, aklımda dedemin günleri.
“Salih liderlik”ten yoksun İslam aleminin bir küçük numunesiydi bizim köy o günlerde. Dini ve siyasi meselelerde öncülük eden geleneksel kurum hilafet kaldırıldığı için “tekya”lar ve medreseler toplumu bir arada ve ayakta tutan dinamikler olarak devreye girmişti. Bir tabii sevk ile “salih liderlik” ortaya çıkana kadar tevhidin sosyal zemini toplumun, en az pörsüme ile bu parantezden çıkması için çaba sarf ediyorlardı. Şimdi düşünüyorum da Tur dağına tekellüme giden Musa gelene kadar İsrailoğullarını bir arada tutmaya çabalayan Harun işlevini görmüşler tekyalar ve medreseler meğer. Parçalanıp dağılmasınlar ve “salih liderlik” ortaya çıktığında sahih dini ekeceği bir uygun zemin bulsun diye.
Akşamın güneşi Nemrut’un ardına batarken biz de Tatvan’a giriyorduk. Gece usul usul şehri avucuna alıyordu ve Van gölü hafif çırpıntılarla bir uyarıcı gibi Nemrut’u aşındırıyordu. Araba karanlıkta yol alırken Musa’nın peygamberlik görevini alırken kardeşi Harun’un kendisine yardımcı olarak verilmesini istemesi ve bunu da “onun dili benden daha açık” diye gerekçelendirmesi zihnimi meşgul ediyordu. Musa Firavun’un sarayında yetişmişti. Öz annesinin sütü eşliğinde tevhidin mayasını da almış olmasına rağmen bilincini kavramsallaştırırken kuvvetle muhtemeldir ki saray literatürüyle halkın gönlüne etki edememekten endişelenmişti, tevhidin ham maddesi topluma bu dille nüfuz edemeyeceğini düşünmüştü. Harun ise Musa’nın çöle kaçtığı uzun yıllar boyunca İsrailoğullarıyla birlikte yaşamış ve onların yüreğine nüfuz edecek lisan fesahatine, dil açıklığına sahipti. Bizim tekyalar, Medreseler halkın dilini biliyorlar dedim, ertesi gün bir zamanlar Seydayê Mele Abdullah’ın medresesinin aktif olduğu Êrşad köyünden Patnos’a doğru giderken. Sordum, artık medrese yok, dediler. Harun susmuş diye düşündüm. Zaten dili de paranteze alınmış dedim.
Cebrail’in ayak izinin tozunu serptikleri putlarının böğürtüsünü “tanrı buyruğu” diye göz boyayan “akademik kavramsal” Samirilerin sahih dini sağından solundan mıncıklayan sesleri bu yüzden gür çıkıyor diye geçirdim içimden.  Harun’a sahip çıkamadık, Musa’nın gelişi biraz daha gecikecek gibi.