İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Teknoloji: İnsanın konumu ve değerleri için bir tehlike kaynağı!

Akletmenin ve rasyonalizmin sınırlarını daraltan ve ortadan kaldırabilecek olan hayatın meydan okumaları arasında, ister ırksal, ister dinsel, mezhepsel veya ırkçı olsun, tüm sınıfçı fanatizm biçimleri vardır.
Akletmeye ve rasyonalizme yönelik bir diğer tehdit, insanın kendisi ile yolculuğuna bir kaşif ve mucit olarak başladığı ve ardından bir tüketici, ortak ve etkileşimci haline geldiği, teknolojinin hızlı gelişimi karşısında konumunun gerilemesidir. İnsan şimdi yapay zeka aşamasının kapılarında, bir kurban ya da daha doğrusu kolay av olmaya aday. Halihazırda bilimsel ve teknolojik ilerlemenin hızlanmasıyla birlikte, insanın önce önemi, ikinci olarak da seçimlerini ve kaderini kontrol etme yeteneği, üçüncüsü, ahlaki kavramları, değerler sistemi, fikirleri ve topluma yönelik görüşleri geriliyor gibi görünüyor.
Aşina olduğumuz değer sistemleri alanında, dini öğretilerden, ev terbiyesinden, okul eğitiminden ve insan yapımı kurumlar ve kanunlar çerçevesinde iş yerinde edindiğimiz deneyimlerden elde ettiğimiz öncelikler vardır. Ancak gelin teorilerden biraz uzaklaşıp pratik örneklere değinelim.
On yıllar boyunca, “meşruluğu” şüphe götürmez güçlü kurumlar sayesinde çeşitliliği ve farklılığı düzenleyen başarılı “demokratik” yönetişim modellerinin varlığına dair dünyada genel bir kanaat oluştu. Bu modeller, büyüklük, kültür, din ve doğal kaynaklardaki farklılıklara rağmen, on yıllar boyunca barışçıl iktidar devir teslimi yöntemini uyguladılar. Bu "demokratik" yönetişim modellerinden üçü, 18. yüzyılın sonlarından itibaren Amerika Birleşik Devletleri'nde, 20. yüzyılın sonlarından itibaren de Hindistan ve İsrail'de benimsendi.
Üç oluşum, neredeyse her yönden birbirinden farklı. ABD, yerel tek tanrılı olmayan dinlere inanan yerli halkın enkazı üzerine beyaz Hristiyan Avrupalı ​​göçmenler tarafından kurulan "yeni bir dünyada" "yeni bir anavatandı". Daha sonra göçmenler dünyanın her yerinden, özellikle de Afrika'dan bu yeni dünyaya işgücü getirdiler ve çektiler. Bütün bunlar dünyanın en zengin ekonomisinin kurulmasına yardımcı oldu ve halen (tüm mezheplerden) Hristiyanlar nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturuyorlar.
1947'de ülke olarak bağımsızlığını kazanan Hindistan ise farklı, çünkü uygarlıkların sürekli ve kesintisiz bir şekilde yerleştiği, kadim dinlerin 1500 yıldan fazla bir süredir bir arada yaşadığı bir “yarımada”dır. Hindistan Yarımadası'nın 1947'de bölünmesinden bu yana, Hindular nüfusun büyük bir çoğunluğunu, yüzde 80’den biraz azını oluşturuyorlar, onları Müslümanlar ve diğer birçok dinin takipçileri takip ediyor. Sakinleri en az 780 dil konuşuyorlar. Hindistan şu anda 1 milyar 400 milyondan fazla nüfusuyla, nüfus bakımından dünyanın en büyük ülkesi.
Nüfus olarak çok daha küçük olan İsrail'e gelince (9,5 milyonun biraz altında), dünyanın her yerinden “yeni yerleşimcilerin devleti” olduğu için kendisi benzersiz bir durum. Bununla birlikte, bu yerleşimciler kendilerini köklü bir Ortadoğu dini, 3 semavi dinin en eskisi ve en az takipçisi olan Yahudiliğin bir uzantısı veya dini, medeni ve kültürel devamı olarak görüyorlar.
Dolayısıyla, adı geçen üç ülke, dini ve dilsel kimlik, nüfus büyüklüğü ve diğer birçok kriter ve husus açısından birbirinden farklı. Ancak, istisnasız hepsi, siyasi elitlerinin kurumlara, anayasalara, hukukun üstünlüğüne ve yargı bağımsızlığına saygı duyduğu “demokratik ülkeler” olduklarına kendilerini inandırmışlar.
Öte yandan, bugün 3 ülke, dünyadaki ileri "yeni teknolojinin" en önemli kaleleri arasında yer alıyorlar. Dijitalleşme, robotik ve yapay zeka alanlarında en aktif bilimsel ve uygulamalı başarılara sahipler. Ancak burada sorun şu ki, ABD, Hindistan ve İsrail'de yükselen teknik başarıların çoğu, sosyal kültürün, siyasi hayatın, bir arada yaşama ve hoşgörü kavramlarının gerilemesine ters yönde ilerliyor. Üç ülkedeki “demokratik deneyimlerin” kurucularının sürekli övündükleri tüm ilkelerle çelişmeye başladı. Gerçekten de, bugün önde gelen Amerikalı, Hint ve İsrailli entelektüeller ve akademisyenler, bir arada yaşamanın, özgürlüklerin, adaletin ve demokrasinin, özetle dini ve ırksal aşırı sağcı akımların ürkütücü yükselişinin gölgesinde 3 ülkede istikrarın kaderi hakkında gerçek bir endişe duyuyorlar.
6 Ocak 2021'de Washington'da Amerikan demokrasisinin sembolü olan "Capitol" binasına yapılan baskın, ABD'de bazı çevrelerde benimsenmeye başlananlara dair -birkaç gösterge arasındaki- tehlikeli göstergelerden biriydi. Bu ayrıntılı olaydan iki yıl sonra, Cumhuriyetçi Parti'nin coşkuyla daha da sağa yönelişinde kayda değer bir değişikliğe dair hiçbir işaret yok. Yüksek Mahkeme’nin "siyasallaşmasına" katkıda bulunan, yargının bağımsızlığına karşı şiddetli, hizipçi söylemleri teşvik eden, barışçıl iktidar devrini sorgulamaya devam eden eski başkan Donald Trump, kışkırtıcı söylemlerini yumuşatmış gibi görünmüyor. Tüm bunlar olurken Demokrat Parti, Cumhuriyetçi popülizm karşısında programlı ve olumlu bir strateji sunma gücünü zayıflatan ideolojik ve çıkarcı çelişkiler içinde bocalıyor.
Hindistan'da durum çok daha iyi değil. Aşırı sağcı Hindu milliyetçi iktidarın son "eseri", muhalefetteki Hindistan Ulusal Kongresi Partisi lideri, "bağımsızlık kahramanı" Cevahirlal Nehru'nun torunu ve eski başbakan Indira Gandhi’nin oğlu Rahul Gandhi'nin, parlamentodaki görevinden alınmasıydı. Gerekçeye gelince, muhalefet liderinin Başbakan Narendra Modi'ye hakaret içeren sözler söylemesi.
Seçilmiş bir siyasi rakip hakkında dava açmak veya onu kınamak yerine parlamentodaki görevinden almak gibi bir intikamcı yaklaşım, çoğulculuk ilkelerinin gerilemesinin, ötekinin görüşlerini kabul etmemenin ve yargı kurumlarına saygısızlığın kanıtıdır.
Son olarak, bugünlerde İsrail sokaklarını bölen krize gelince, yolsuzluktan yargılanan ve başbakan olarak dokunulmazlığını sürdürmek için son yıllarda kibirli ırkçı yerleşimci sağcılara bakanlık vermekle yetinen Başbakan Binyamin Netanyahu'nun demagojisi, onu yargıya karşı darbe yapma noktasına getirmiş bulunuyor.
Bu arada Netanyahu, Menahem Begin ve İzak Şamir gibi militan örgütlerde veya Ariel Şaron gibi orduda başarılı bir kariyerle şekillendirdiği bir "tarihi liderlik" halesine hiçbir zaman sahip olmadı. O daha ziyade, kurnaz, deneyimli bir politikacı ve “Entebbe Operasyonu”nda (1976) öldürülen ve bir ulusal kahraman haline gelen genç bir subayın kardeşi. Bibi, erkek kardeşinin öldürülmesinden sonra her şeyden istifade etmeyi, her fırsatı değerlendirmeyi başardı ve 1996'da ilk kez başbakan olduğundan bu yana İsrail tarihinde en uzun süre iktidarda kalan siyasetçi olmayı gerçekten başardı.
"Bibi" geçmişteki tüm başarılarını Filistinliler, Araplar ve adil bir barış şansı pahasına elde etti. Ama bugün, kibirli faşist yerleşimcilerden güç alan Bibi’nin başarıları, İsrail’in şok içindeki aydınlarını ve akillerini yargının ve demokratik kurumların bağımsızlığını, buna bağlı olarak, İsrail toplumunun güvenliğini, devletin varlığını ve geleceğini tehdit ettiği konusunda uyarıyor.