Radikalizm yalnızca radikalizm doğurur. İsrail tarihindeki en radikal ve Arap karşıtı bakanları içeren Netanyahu hükümeti bu uzun süreli şiddet ve karşı şiddet dizisini ve yerleşimciler ile Filistinliler arasında karşılıklı intikam eylemlerini üretmekten başka bir şey yapmamıştır. Bu eylemler yaşanırken İsrail ordusu, yerleşimcilerin bir ortağı olarak hareket etmektedir ya da en iyi ihtimalle olaylara seyirci kalmaktadır. Halbuki ordunun birinci görevi, uluslararası hukuka göre işgal altındaki Batı Şeria topraklarındaki sivillerin güvenliğini sağlamak ve korumaktır.
Bu hükümetteki bakanların düşünce ve politikalarını ırkçı bir ideolojik arka plan kontrol ediyor. Bazı bakanlar tarafından yönetilen partilerin isimleri, arka planlarını öğrenmek için yeterli oluyor. Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir'in partisi Yahudi Gücü ya da Maliye Bakanı Smotrich’in partisi Dini Siyonizm buna örnektir. Bu radikal fikirler, Filistin halkına karşı güce dayalı bir politika benimsenmesini teşvik ediyor: Ne kadar çok canlarını alır, evlerini yıkar ve köylerinden çıkarırsak, direnişlerini kırıp onları teslim olmaya zorlarken o kadar başarılı oluruz. Filistinliler, yıllar geçtikçe ve nesiller yığıldıkça başlarına gelenleri unutup bununla yaşamayı kabulleneceklerdir. Golda Meir, “Filistin halkı diye bir şey yoktur” teorisini benimsemişti. Yitzhak Rabin, Taş İntifadası sırasında (1987-1993) Filistinlilerin kemiklerinin kırılması çağrısında bulunmuştu. Ancak bu politikalar işe yaramadı. Aşırı güç kullanımı Filistinli gençler arasında gerilime yol açarak onların babalarından ve atalarından daha radikal bir tavra girmelerine ve evlerini ve haklarını korurken kaybedecekleri hiçbir şey olmadığını düşündükleri için ölümü daha kolay göze almalarına sebep oldu. İsrailli yetkililer bu gerçek karşısında gözlerini açıp güç kullanımının çıkmaz bir yola götürdüğünü kabullenmek yerine, Filistinlilere tek seçeneklerinin teslim olmak olduğunu düşündürmek için daha fazla can aldılar, daha fazla ev yıktılar ve daha fazla yerleşim yeri inşa ettiler.
Bugün İsrail hükümeti tarafından benimsenen bu güç kullanma yöntemi yeni bir şey değil. Filistinlilerin ulusal isteklerini bastırmak için güce başvurma teorisi, Filistin’e doğru Yahudi göçünü yoğunlaştırma planlarının başlamasıyla birlikte Siyonist hareketin temel direklerinden biri olmuştu. Filistinlilerin Batı Şeria köylerindeki evlerine yapılan son saldırıların fotoğrafları, 1940’lı yıllarda Yahudilerle Filistinliler arasındaki çatışmalar sırasında Hagana, Stern ve İrgun gibi Siyonist çeteler tarafından diğer köylere yapılanların tekrarını gösteren, ancak bu kez renklendirilmiş fotoğraflarından başka bir şey değildir. Bu çeteler, 1948’de İsrail devletinin kurulmasıyla işler oturunca İsrail’deki parti oluşumlarına ve iktidara katılmışlardır. Theodore Herzl’den sonra Siyonist hareketin ‘babalarından’ sayılan Ze’ev Jabotinsky, Yahudilerin Filistinlilerin kendi toprakları olarak gördükleri topraklarda bir Yahudi devleti kurmasını Arapların kendi rızalarıyla kabul etmelerini beklemelerinin saflık olduğunu söylüyordu.
Ancak birçok Yahudi düşünür ve tarihçi, bu teoriye karşı çıktı ve Jabotinsky’nin aktardığı fikrin eksik olduğunu söylediler. Bu söylem, ‘yeni tarihçiler’ olarak adlandırılanlar arasında yer aldı. Bu grubun en önde gelen isimlerinden biri, Irak kökenli Yahudi tarihçi Avi Shlaim idi. Kendisi uzunca bir süre Oxford Üniversitesi'nde uluslararası ilişkiler profesörü olarak görev yaptıktan sonra emekli olmuştur.
2000 yılında Ariel Şaron'un Mescid-i Aksa’ya baskın düzenlemesinin ardından patlak veren Filistin İntifadası’nın zirvesinde, İsrail sağının en şiddetli muhaliflerinden Avi Shlaim ile görüşmeye gitmiştim. Kendisine (12 Mayıs 2002’de El-Mecelle dergisinde yayınlanan bir röportajda) Siyonist düşünce Arapları zorla İsrail’in otoritesine boyun eğdirmek üzerine kuruluyken Şaron’u eleştirmesinin nedenini sordum? Bana verdiği cevap şöyleydi:
“Jabotinsky, Menahem Begin, Shamir, Sharon ve Netanyahu gibi İsrail sağının liderlerinden daha akıllıydı.”
Zira kendisi, İsrail liderlerinin, devlette istikrar sağladıktan sonra stratejilerinin ikinci aşamasına, yani Filistinlilerle Filistin topraklarındaki statüleri ve hakları konusunda müzakere sürecine geçmeleri gerektiğini söylüyordu. Yitzhak Rabin’in Oslo Anlaşmaları aracılığıyla yapmaya cesaret ettiği şey buydu. Ancak İsrail’deki radikaller, Rabin’e suikast düzenlemeyi ve anlaşmayı ortadan kaldırmayı başardılar ve Şimon Peres’in başbakanlık görevini üstlendiği kısa bir sürenin ardından sağ kanadın Netanyahu ile tekrar iktidara gelmesinin yolunu açtılar.
Kendisine İsrail’in gücü varken müzakereye ne denli ihtiyacı olduğunu sorduğumda, Shlaim şu cevabı vermişti:
“Siyasi sorunlar askeri yollarla çözülemez... Bu politika başarısız olacaktır çünkü ordu bir orduyu yenebilir ancak bir halkı yenip ona boyun eğdiremez.”
Bir Yahudi olarak İsrail’in yaptıkları karşısında ne hissetiğini sorduğumda ise şunları söyledi:
“Yahudi halkını tehdit eden şey bu politikalardır. Çünkü Yahudi karşıtı eylemleri teşvik etmektedirler. Bu dar görüş, izlenen bu politika nedeniyle dünyadaki Yahudilerin maruz kalabileceği tehlikeleri göz ardı ediyor.”
Bugün bu sözler, Ben-Gvir, Smotrich ve Aryeh Deri gibi bakanların politikaları ve tutumlarının İsrail için diğer tüm tehlikelerden daha tehlikeli olduğuna dair duyduğumuz yorumlarda yankısını buluyor. Burada, Eski Başbakan Yair Lapid’in son seçimlerde bu radikal şahsiyetlerin zaferinden sonra yaptığı bir açıklamada, Knesset’in İsraillilerin buradan ve içindeki temsilcilerinden utandıkları bir yere dönüşmesinden korktuğunu söylediğini hatırlatmak yeterli olacaktır. İsrail'in güvenliğininin yanı sıra bölge halklarının ve ülkelerinin istikrarını sağlayacak barış, bir arada yaşama ve diyalog fırsatlarının önünü tıkayan şey bugün tanık olduğumuz radikalizmdir.