Tarih tek başına halklar arasındaki ilişkileri düzenlemek için bir giriş noktası işlevi görmez, aksine çoğu durumda bu ilişkiler yalnızca halkların hatalarından ders çıkarmasına dayanır. Bir kişinin -geçmiş ya da tekrarlanan- tarihsel dönemlerin "esiri" olarak kalmayı kabul etmesi, onu ömür boyu tutsak yapar.
Fransa'nın bu zor saatlerde yaşadıkları, tarihten alınan bir "intikam" ya da hatalarının "düzeltilmesi" değil. Irkçılar ile faşistlerin istediği, anarşistlerin saf, beyinleri yıkanmış, hüsrana uğramış ve marjinalize edilmişlerin, öngörüden ve hafızadan yoksun yaşı küçük gençlerin -bilerek veya bilmeyerek- yürüttükleri ve yürütülmeye devam edilen bir çatışmaya doğru tehlikeli bir kaymadır. Bu arada "çapulcular” da yağmalamak ve çalmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar. Faşizm ve ırkçılığın “araçlarının” “beşinci kol” faaliyetleri yürüten ajanlarından ise bahsetmiyoruz bile.
“Nael” adlı gencin öldürülmesi vakasının son saatlerde aldığı boyutlar, polisin yanlış uygulamalarına ve yoksul ve bakımsız banliyölerde yaşayan göçmen azınlıkların toplumsal olarak marjinalleştirilmesine karşı bir protestodan çok daha büyük.
Bu, şimdi Fransa'nın geleceği için kapsamlı bir "felaket tasavvuruna" hizmet eden, birçok Avrupa ülkesi ile ABD'deki paralel "projelerden" pek de farklı olmayan yıkıcı bir "proje”. Bu projelerin hepsi başarıyla ve kademeli olarak demokrasi, bir arada yaşama, vatandaşlık ve geniş medeni ve siyasi anlayış kurumlarını kemiriyor.
Artık maskelerini çıkartıp atmaktan, fanatizmlerini fısıltıyla dile getirmekten utanmayan bu “projeler”, bugün ciddi bir şekilde toplumsal ve ulusal oluşumların dokusunu yok etme, yakın zamana kadar Batı medeniyetinin "ilkeleri” kabul edilen değerleri devirme tehdidinde bulunuyor.
Fransa'da İkinci Dünya Savaşı ve Vichy hükümetinin devrilmesinden sonra, Gaullist muhafazakârlar ve Mitterrand’cı sosyalistler, kökleşmiş ırkçılığın kökünü kazımayı başaramadılar. Gerçekten de Fransa’nın "kişiselci" demokrasisi, Cezayir konusunda General Raoul Salan ve yoldaşlarının başlattığı, Le Pen ailesi ve Eric Zemmour olgusu ile devam eden "dışlayıcı-elemeci" radikal olguları ortadan kaldıramadı.
Evet, bunda başarısız oldu. Belki de hem kendine hem de başkalarına karşı dürüst olmadığı ya da dört önemli nedenden dolayı, çeşitliliğine katkıda bulunan çoğulculuk ve çeşitlilik içeren bir toplumu korumanın temel bileşenlerini idrak edemediği için başarısız oldu.
Bileşenlerin birincisi; Fransız Devrimi’nden sonra ruhban sınıfın nüfuzunun darbe almasına ve laikliğin benimsenmesine rağmen, özellikle kırsal kesimde Fransız halk vicdanındaki “Katoliklik” derinliği.
İkincisi: Onunla birlikte Fransız olmayan Avrupa kökenli imparatorların ve politikacıların iktidara geldiği Fransız siyasi kimliğinin Avrupa boyutu.
Üçüncüsü: Sömürgecilik günlerinden miras kalan sorunlu ilişki ve özellikle Mısırlı Eyyubiler’den, Endülüslü Emeviler, Türk Osmanlılar ve Kuzey Afrika'daki bağımsızlık savaşçılarına kadar “Sünni İslam” ile kadim düşmanlık.
Dördüncüsü: Avrupa komünizminin çöküşünden sonra sol alternatifin çöküşü, işçi tabanın bir kısmının soldan göçmen karşıtı sağcı akımlara kayması.
Ama Fransa'nın şu anda tanık olduklarının ona has olduğunu kim söyledi?
Tüm olgular hem Avrupa hem de Kuzey Amerika'daki mevcut siyasetçi ve seçmen kuşağının İkinci Dünya Savaşı'nın arka planını ve derslerini tamamen unuttuğunu gösteriyor.
Örneğin, yakın zamanda "neo-faşist" bir lider seçen İtalyanlar- büyük olasılıkla- Benito Mussolini'nin onları hangi hayallere sürüklediğini unuttular.
Almanya'nın, özellikle eski Doğu Almanya eyaletlerinde giderek yıldızı parlayan “neo-Naziler”e karşı güçlü bir bağışıklığı yok gibi görünüyor.
Aynı şekilde, İspanyol, Hollandalı, Avusturyalı ve İskandinav seçmenin yüksek bir yüzdesi de üçüncü dünyadan artan göçün körüklediği, endişe verici bir "hafıza kaybı” durumu yaşıyor.
İngiltere'nin izolasyoncu "Brexit" üzerine oynadığı bahis, tamamen ekonomik koşullar sebebiyle sarsılmaya devam ediyor. Ama bu, İngiltere'deki ırkçıların seslerini duyurmak ve siyasi projelerini dayatmak için bir yol bulamayacakları anlamına gelmiyor. Buradaki paradoks şu ki, taleplerinin çoğunun şu anda Avrupalı ve Hristiyan olmayan azınlıklardan gelen göçmenlerin çocuklarını içeren bir parti ve hükümet liderliği tarafından karşılanması!
Elbette bu durum, pek çok kişinin yaklaşan başkanlık seçimlerinden sonra Cumhuriyetçilerin Beyaz Saray'a dönmesini beklediği ABD'nin yaşadıklarından pek de farklı değil. Bilindiği üzere Cumhuriyetçiler şu anda Temsilciler Meclisi'nde çoğunluğa sahipler ve başkanlık (yürütme gücü) ve Kongre (yasama gücü) ile birlikte güçler üçgeninin üçüncüsü olan yargının başı Yüksek Mahkeme'de dayattıkları muhafazakâr sağcı çoğunluğun desteğini alıyorlar.
Böylece, Atlantik Okyanusu'nun "her iki yakasında" bir arada yaşama, farklılıklara saygı, diğerinin kabulü, iktidar devir teslimi, yargının bağımsızlığı ve dini çoğulculuk gibi konular artık bir “ilke” sayılmıyor. Yaklaşan seçimlerin korkusuyla titreyen, ılımlı ve hoşgörülü parti ve güçlerin, aşırılık yanlılarının sandık yoluyla iktidara ulaşmasını engellemek için aceleyle anlık ittifaklar kurmaya çalıştıkları ülkelerde, bunun aksi nasıl kabul edilebilir?
Yukarıdakilere ek olarak, değişen demografi, demokrasilerin gevşemesini ve sosyo-ulusal dokunun parçalanmasını iki zıt yönde hızlandıran bir faktör haline geldi. Bir yandan, beyaz Hristiyan yurttaşlar (veya Avrupa kökenli Amerikalılar), özellikle beyaz ve Hristiyan olmayan, hızla artan göçmen ve mülteci azınlık nüfusu karşısında artık küçülen boyutundan ve temsili ağırlığından korkuyor. Öte yandan, bu azınlıkların çoğunluğu, demokrasi mirası ve kurumsallaşmış sivil yönetim altında yaşama geleneklerine sahip değiller. Bu nedenle onların acılarını, hayal kırıklıklarını, öfkelerini ve karşıt radikalliklerini yanlarında taşıdıklarını görüyoruz.
Fransa'da yaşananlar ve halen yaşanmakta olanlar bir tehlike işareti ve iktidarı, göçmen karşıtı sağcı aşırılık yanlılarına hediye etmesi ihtimal dışı değil. O zaman “fitne cini şişeden çıkacak” ve Eric Zemmour, Marine Le Pen, Georgia Meloni, Viktor Orban ve benzerlerinin istekleri gerçekleşecek.
Tehlikeli bir çatışmaya doğru devam eden kayma sessiz kalmak, özellikle göçmen topluluklar ve çocukları ile ilgili olarak bir seçenek değil.