Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi'nin dine karşı nefret eylemlerini kınayan bir kararı onaylaması kesinlikle iyi bir şey mi?
Karar görünürde uluslararası barış içinde bir arada yaşama, kutsallarına saygı gösterme yoluyla uluslar ve halklar arasındaki olumlu ilişkileri pekiştirme yolunu teşvik etme kavramında olumlu bir gelişmeye işaret ediyor.
Ancak yapılan oylamaya hızlı bir bakış, özellikle bir yanda ifade özgürlüğü, diğer yanda kutsallara yönelik saygısızlığa yol açan eleştiriler arasındaki açık kafa karışıklığının gölgesinde, insanı rahatlatmıyor.
Öncelikle okuyucuya, BM sistemi içinde görev yapan hükümetler arası bir organ olan bu Konsey’in ne olduğunu hatırlatalım. Kendisi dünyanın her yerinde tüm insan haklarının geliştirilmesinden ve korunmasından, insan hakları ihlalleriyle ilgilenmek ve bunlarla ilgili tavsiyelerde bulunmaktan sorumlu. Ayrıca yıl boyunca dikkat edilmesi gereken tüm önemli insan hakları konularını ve durumlarını tartışma gücüne de sahip.
Bu tanımın ışığında ve insan haklarına ilişkin geleneksel Batı şovenizminin gölgesinde, köklü inanç ve iman özgürlüğüne yönelik tarihsel bir mirastan hareketle ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa gibi ülkelerin kararın lehinde oy verme konusunda ön sıralarda yer almalarının beklendiğini söylemek mümkün. Bu miras Avrupa’nın Aydınlanma döneminde tesis edildi ve anayasası ibadet özgürlüğü hakkını pekiştiren yeni doğmuş ABD’de buna inandı.
Oylama oturumunda olanlar haklı olarak düşündürücüydü ve belki de Batı'nın insan hakları konusundaki ikiyüzlülüğünü ve sahteliğini ortaya çıkarmak için bir nedendi. ABD'nin Konsey’deki Temsilcisi Michèle Taylor, ülkesinin dengesiz olarak nitelendirdiği ve Washington'ın ifade özgürlüğü konusundaki uzun süredir devam eden pozisyonlarıyla çeliştiğini söylediği karara karşı oy kullanmak zorunda kalmasından duyduğu üzüntüyü dile getirdi.
Fransız Temsilci Jérôme Bonnafont’a gelince; bu Konsey’in asıl amacını alt üst edercesine, “Bu uluslararası oluşumun amacı dinleri, mezhepleri, inançları ve bunların sembollerini değil, insanları korumaktır” dedi.
Avrupa bloğu adına konuşan Belçika Temsilcisi Mark Beckstein'a gelelim; onun ‘ifade özgürlüğü ile nefreti tahrik etme arasındaki çizgiyi tanımlama konusunun karmaşık bir mesele olduğunu’ düşündüğünü görüyoruz.
Günümüzde hangi aşırılık yanlısı laik ışıklar Batı ülkelerini kör ediyor ve çoğuna liderlik ediyor?
ABD’nin İsveç'te Kur'an-ı Kerim’in bir aşırılık yanlısı tarafından yakılmasının ilk saatlerinden itibaren bu konunun ‘hayal kırıklığı yaratan bir davranış’ olduğu türünden boş açıklamalarda bulunmaktan başka bir şey yapmamış olması şaşırtıcı değilse de bir kanıt. Oysa pek çok Müslüman Amerikalı, Başkan Biden'dan bu olayı, manipülasyona başvurmadan, sözü dolandırmadan ve çelişkiler üzerinden gürültü koparmadan açık ve net bir şekilde kınamasını talep etmişlerdi.
Tarihsel kinlerle dolu gerici bir aşırılık yanlısının böylesine iğrenç bir eylem girişiminde bulunması, özellikle bu zamanlarda Batı'da hakim olan ve ifade özgürlüğü kisvesi altında gerçekleşen laik körlük durumunun ışığında, yaşanması olası bir olay.
Ancak işler, son İnsan Hakları Konseyi kararını onaylamayı reddeden ülkelerde olduğu gibi, utanç verici eylemin ikna edici bir şekilde savunulması düzeyine ulaştığında, bu, mutlak ve göreceli arasındaki karışıklığın uç noktaya ulaştığı anlamına gelir. Zira dinler ve kutsal kitaplar sahipleri için mutlaktır. Bunlara dokunmak, dünya barışının bozulmasına yol açabilecek bir konudur. Buna karşılık, ideolojik konularda hemfikir olmak ya da kınama ve eleştirme suretiyle fikir ayrılığına düşmek mümkün. Çünkü fikir ve akıl, karşılıklı argümanlarla ve delillerle tartışma konularının kapsamına girdiğinden takdisten yoksundur.
Batı çevreleri sözde ve fiilen ‘akıl tutulması’ bölgesine mi girdi?
Tutulma, dünyanın gölgesinin normal koşullar altında aya yansıyan güneş ışığını engellemesiyle meydana gelen astronomik bir olgudur. Tutulma tamamen veya yarı veya yarı gölgeli şeklinde meydana gelebilir.
Bugün çoğu Batılı çevrenin, büyük Alman filozof ve sosyolog Max Horkheimer'in 1947'de yayınlanan en değerli kitaplarından birinin adı olarak kullandığı ve "akıl tutulması" dediği şeyin tuzağına düştüğü sonucuna varılabilir.
Hitler onu kovmadan önce Horkheimer, Almanya'nın Frankfurt Üniversitesi'ndeki Sosyal Bilimler Enstitüsü'nü yönetiyordu. Daha sonra, Führer'in devrilmesinin ardından Horkheimer, Üçüncü Reich projesinin korkutucu vahşetine rağmen Nazilerin gündemlerini nasıl rasyonel olarak sunabildiklerini tartıştığı bu kitabını yayınladı. Kitapta ayrıca William James ile birlikte Amerikan zihniyetinin kurucularından olan John Dewey'in pragmatizmini ele aldı ve bunu zor ve karmaşık olarak nitelendirdi.
Avrupa ve ABD, bilinçli ya da bilinçsiz, sapkın, ölümcül ve tehlikeli bir akıl tutulması yolunda sürükleniyor gibi görünüyor. Bu akıl tutulması çok geçmeden manevi veya inanç köklü her türlü belirleyici veya standarttan uzaklaşarak, kendine tapma ve insanın mutlaklığına bağlılık yolunda ilerlerlerse, Nazizm ve faşizmden daha kötü bir şey üretecek olan sert sağcı siyasi ideolojilere dönüşecek.
İnsan Hakları Konseyi'nin kararı, ihlal edilmesi durumunda şu veya bu ülkeden hesap sormasına, Konsey tarafından ülkelerin gözlem altına alınabilmesine ve belki de araştırmak, izlemek ve takip etmek için özel komiteler oluşturmasına imkan tanıyor. Bu önerme inandırıcı mı yoksa özellikle bağlayıcı mekanizmaların yokluğunda ütopik bir rüya mı?
Yukarıdaki fikir bize, Sovyet lideri Joseph Stalin'in Papa 12’inci Pius hakkında söylediği "Papa'nın kaç askeri tümeni var?" sözünü hatırlatıyor. Stalin bu sözü, bu beyazlı adamın İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra dünyanın ikiye bölündüğü Yalta Konferansı'na katılma arzusuna bir yanıttı.
Ne şanslıyız ki halefi Papa Francis, Kur'an-ı Kerim'in yakılması eylemini reddetti ve kınadı, bu eylemlere duyduğu öfke ve tiksintiyi dile getirdi. Takipçileri tarafından kutsal sayılan her kitaba, ona inananlara duyulan saygı nedeniyle saygı gösterilmesi gerektiğini, ifade özgürlüğünün asla başkalarını küçük görmek için bir bahane olarak kullanılmaması gerektiğini vurguladı. Kendi ifadesiyle bu ‘kınanacak ve izin verilemeyecek’ bir durum. İnsan Hakları Konseyi, Cezayirli düşünür Malik bin Nebi'nin dediği gibi; birikmiş nefretin bir kısmını hafifletmeyi başardı ve Tolstoy'un deyimiyle ‘nefret ve adaletsizlik dışında her şey iyi olmaya devam ediyor’.