İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Gazze trajedisi marjında faşizm ve bölgesel işlevler

Sayın Hasan Nasrallah'ın “İran'ın İsrail ve ABD ile savaşa sürüklenmesini istemediğini” ve Hizbullah’ı kastederek tek başına savaşacağını söylemesi dikkat çekici çağrışımlar içeriyor. Bu sözleri hakkında şuradan buradan şöyle bir yorum yapılsa şaşırmam: "Keşke İslam Cumhuriyeti'nin çıkarlarını önemsediği kadar Lübnan'ın kalan çıkarlarını da önemseseydi!"

Haberi İranlı bir kaynaktan aktaran Reuters'tan anladığımıza göre, Hizbullah Genel Sekreteri bu sözleri, geçtiğimiz Şubat ayında, konuğu İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı General İsmail Kaani ile Beyrut'ta yaptığı görüşme sırasında söyledi ve şöyle devam etti: "Bu bizim savaşımız."

Edinilen bilgiye göre, geçen ayki görüşme, Gazze Şeridi'nde 7 Ekim'de yaşanan olaylardan bu yana iki adam arasında gerçekleşen üçüncü görüşmeydi. Toplantıları, İsrail'in Hizbullah’a ve dolayısıyla Lübnan ve bölgedeki İran varlığına yönelik geniş çaplı bir saldırısından kaynaklanabilecek riskleri ele aldı.

Kuşkusuz, Lübnan-İsrail sınırındaki genel atmosfer, özellikle de bu savaşı başlatanların benimsediği "ateşle pazarlık durumu"na hizmet etmesi amaçlanan hararetli açıklama ve konuşmalarla dolu bir "savaş"ın ortasında güven verici değil.

Dahası, Amerikan gazetesi The New York Times'ın dün yayınladığı ve Maskat’taki Amerikan-İran görüşmelerini açığa çıkaran haberine bakacak olursak; İran'ın Kızıldeniz ve Aden Körfezi'nde Husilere biçtiği rolün de yeni bir aşamaya girdiği görülüyor. Haberde görüşmelerin Kızıldeniz'in güvenliği ve İranlı milislerin hem Irak hem de Suriye'deki Amerikan üslerine saldırılarıyla ilgili olduğu belirtildi.

Gazete, 10 Ocak'ta yapılan ve o dönemde açıklanmayan "dolaylı" Maskat görüşmelerinin Tahran tarafından talep edildiğini bildirdi. Ummanlı yetkililer, ayrı odalarda oturan İran ve ABD heyetleri arasında mesajların iletilmesi sorumluluğunu üstlenmişler. İran heyetine Dışişleri Bakan Yardımcısı ve Başmüzakereci Ali Bakıri Kani başkanlık etmiş. Amerikan heyetinin başkanlığını ise Washington'da bölge ile ilgili birçok dosyadan sorumlu Beyaz Saray’ın Ortadoğu İşlerinden Sorumlu Koordinatörü Brett McGurk üstlenmiş.

Bu arada İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, şu ana kadar 30 binden fazla kişinin ölümüne yol açan “yerinden etme savaşı”nın ardından, Gazze Şeridi halkının son toplanma yeri olan Refah şehrine yönelik "saldırının kaçınılmazlığını" vurgulayarak siyasi ve askeri söyleminin dozunu yükseltiyor. Buna karşılık Batı'nın Refah’a saldırıyı reddeden tepkilerinde, pek çok tarafın yansımaları konusunda uyardığı insani felaketi önlemeye yönelik gerçek bir kararlılık görülemiyor.

ABD’nin bizzat Başkan Joe Biden tarafından Netanyahu'ya yönelttiği eleştiri ve Senato'da Demokrat çoğunluğun lideri olan ve bugün Washington'da en önemli siyasi konumda bulunan bir Yahudi olan Senatör Chuck Schumer'in yapılacak erken seçimlerden sonra Netanyahu'nun gitmesi yönündeki çağrısı bile, ciddi bir uyarı içermiyordu. Daha da kötüsü, Senato'daki azınlık lideri Cumhuriyetçi Senatör Mitch McConnell, Biden'ı hedef alarak ve Demokrat meslektaşını coşkuyla eleştirerek İsrail'i savunma konusunda Schumer ile yarıştı.

Bununla bağlantılı bir düzeyde, ABD yönetiminin Gazze Şeridi'nde önümüzdeki saat ve günlere ilişkin "senaryo"ya yönelik "gri" tutumunun ortasında, bazı taraflar Washington'un Gazze’nin merkezinde sahilde yardım malzemeleri için tesisler kurmasıyla ilgili farklı bir yorum benimsiyorlar. Bahsi geçen taraflar tesislerin kuruluşunun, hayati önem taşıyan Refah ve Kerem Şalom sınır kapılarından vazgeçildiğini gösterdiğini, dolayısıyla ABD’nin Refah'a yönelik saldırıyı engelleme niyetinde olmadığının veya engelleyemeyeceğinin pratik kanıtı olduğunu düşünüyor.

Birbirini takip eden olayların tamamında göz ardı edilemeyecek gerçekler var. Bunlardan en önemlileri şunlar:

- ABD’nin, çatışma ve şiddetin Gazze Şeridi ile sınırlı tutulması çağrısında bulunan tutumunda önemli bir değişiklik olmadı. Bu, 7 Ekim saldırısına bir cevap olan İsrail operasyonlarının başlangıcından itibaren Washington’un benimsediği ve duyurduğu bir tutum. Hiçbir Amerikan yönetiminin “seçim yılı” boyunca savaşlara ya da uzun vadeli sorunlara bulaşmak istemediği doğru. Ancak Ortadoğu gibi hassas bir bölgeyi siyasi ve güvenlik açısından “hareketli kumlara” itmenin geleceğe yapılan felaket bir yatırım olduğu da bir gerçek.

- Washington'un Tahran'a ilişkin tutumu tabloyu daha da kafa karıştırıcı hale getirmeye devam ediyor. İster Lübnan'da olsun, ister Irak ve Suriye'de olsun, ABD’nin İran liderliğine karşı tutumunda herhangi bir sertlik veya kararlılık belirtisi yok. Hem de Washington'un Tahran'ın kendi yörüngesindeki tüm bölgesel oyuncuların karar alma merkezi olduğunun gayet iyi farkında olmasına rağmen. Hatta bunun tam aksine Amerikan yönetimi Maskat'ta İran ile diplomatik diyalog yürütüyor. Kime gideceğini ve nasıl harcanacağını önceden bilmesine rağmen, dondurulmuş milyarlarca dolarlık varlığını serbest bırakıp  İran liderliğine teslim ediyor.

- Bölgesel koşullar hâlâ kontrol altına alınabilir ancak Joe Biden yönetimi - en azından - bu gerçeğin değişebileceğinin farkında. Dahası eğer Donald Trump Beyaz Saray'a dönmeyi başarırsa ve Binyamin Netanyahu öldürme, kan, işgal ve yerinden etme yolu ile şantaj yapma gücünü korursa durum kaçınılmaz olarak daha da kötüye doğru değişecek.

- 2024 yılı, bildiğimiz gibi, dünya çapında pek çok seçimin yapılacağı bir yıl. Irkçı, popülist ve “neo-faşist” hareketlerin kendileri için büyük zaferler umut ettikleri açık. Aslına bakılırsa, hâlâ ciddi ve ağırbaşlı görünen, ılımlı ve insan haklarına saygılı olduğunu iddia eden köklü demokrasiler bile şaşırtıcı ve talihsiz bir hızla değişiyor. Dünyanın birçok bölgesinde Ortadoğu'daki atmosfere olumsuz yansıması beklenen göstergeler, dini, etnik ve kültürel bir arada yaşama açısından hiç de iyiye işaret değil.

Binaenaleyh, bugün düzeltilebilecek veya kontrol altına alınabilecek bir şey, eğer önümüzdeki aylarda üzerinde çalışılamazsa, çözümü imkansız bir ikileme dönüşebilir.

Açıkça söylemek gerekirse, İsrail faşist ve ırkçı aşırı sağcıların kaprislerine ve emirlerine göre hareket ettiği, İran yandaşlarının işlevsel rolünü masanın hem üstünden hem de altından Batı ile "pazarlıklı" anlaşmalara varmak için kullanmaya devam ettiği sürece, Arap bölgesi istikrara kavuşamayacak.