İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Artan İsrail saldırılarının gölgesinde Hizbullah nereye gidiyor?

İsrail'in, özellikle mevcut liderliği altında, Gazze'de işlenmeye devam eden suç ve katliamda, ardından bunun çerçevesini Lübnan’a genişletme ve daha yıkıcı hale getirmedeki rolünün niteliği konusunda hiç kimsenin ihtilafa düşmeyeceğini düşünüyorum.

Bu, özellikle Filistinlilere ve Lübnanlılara daha kötüsünün “vaat edildiği” göz önüne alındığında, sorgulanması veya şüphe edilmesi gerekmeyen bir durum.

Öte yandan İran'ın desteklediği Filistin birliğindeki bölünmüşlük gerçekliğini, ayrıca İran'ın Lübnan'ın önemli bir bileşenini diğer bileşenlerden ayırma ve onu devlet çadırından ve egemenliğinden uzaklaştırma yönündeki ısrarlı çabasını da takip etmek gerekiyor.

Eski Lübnan cumhurbaşkanı Emil Lahud'un görev süresinin yenilenmesi için dayatma yapıldığında, “fiili güçlerin” açıklanan gerekçesi, onun “Lübnan'ı tehdit eden komployu önleyebilecek kişi” olduğuydu. Lübnanlılar o dönemde bu “güçleri” tanımlamak için “Suriye-Lübnan güvenlik rejimi” adını kullanıyorlardı, ama merakları onları isim ve uygulayıcı araçlar dışında “Suriyeli-Lübnanlı” olmayan bu rejimin kimliğini daha derinlemesine araştırmaya itmiyordu. Suriyeli ve Lübnanlı olmadığını söylememizin nedeni, daha sonra günlerin ve olayların ortaya çıkardığı gibi, bu “rejimin”, İran'ın bölgesel hegemonya ve paylaşıma yönelik stratejik projesinin bir parçası olması.

Öte yandan bu stratejik projeyi ne İranlı sıfatı, ne de - özellikle İsrail ile- ortak hegemonya hayalleri ile pazarlamak mümkün değildi. Böylece mesele, uğruna fedakarlıkta bulunmaya değer, parlak ve çekici bir ulusal başlık üzerinde anlaşmakla çözüldü. O başlık da “direnişti.” Elbette bu başlığın gerekçeleri vardı, zira o dönemde Lübnan’ın  güneyi “işgal altındaki bir bölge” idi ve seması İsrail askeri uçaklarına açık bir alandı. Lübnanlıların da yaraları, acıları ve anıları kadar İsrail işgalinin zulmü altında acı çeken ve çekmeye devam eden Filistinli kardeşlerine ve Golan Araplarına karşı duydukları sempati ve dayanışma duyguları vardı.

Böylece, Lübnanlılar 1968'de nasıl hemen Filistin direnişine kucak açtılarsa, İsrail'in 2000 yılında güneyden çekilmesinden önce, Hizbullah asıl görevi olan direnişi yerine getirirken de ona sempati duyuyorlardı.  Ancak 2000 yılından sonra siyasi içtihatlar değişti ve savunucularının direnişi destekleme, ona yönelik komplolar ile mücadele etme gerekçesiyle meşrulaştırdığı tahakküm ve paylaşım projesinin hayata geçtiğinin işaretleri utanarak da olsa kendisini göstermeye başladı. Daha önce belirttiğimiz gibi, Eylül 2004'teki Lahud'un görev süresini uzatma dayatması, Lübnan'a dış müdahalenin önlenmesi çağrısında bulunan 1559 sayılı BM kararı arka planında projenin ilk durağı oldu. Ertesi ay, hem Refik Hariri'nin hem de Velid Canbolat'ın müttefiki olan bakan Mervan Hamade'ye suikast girişiminde bulunuldu. Bu, ilgili taraflara gönderilmiş bir “erken mesajdı”! İkinci durak ise Şubat 2005'te bizzat Refik Hariri'nin tasfiyesiydi. Korkunç bir suikast dalgasını da içeren sarsıcı etkileri olan bu suikast, Suriye güçlerinin Lübnan'dan çekilmesine neden oldu.

Bu geri çekilme, Hizbullah'ın “Suriye-Lübnan güvenlik rejiminin” kamufle edilmesine gerek kalmaması üzerine fiili otoriteyi açıkça üstlendiği “üçüncü durağın” bir göstergesiydi. Çok geçmeden “2006 savaşının” temsil ettiği “dördüncü durak” saati geldi. Bu savaş, Hizbullah'ın ilke, sadakat ve kaynak olarak Lübnanlı ve hedefi direniş olan bir Lübnan örgütü olduğuna dair her türlü yanılsamayı sona erdiren bir savaştı. Bu acı gerçek, Hizbullah’ın 2006 yılına kadar güneye doğru yönelmiş silahını 2008 yılında Lübnan içerisine yöneltmesi ile doğrulandı. Hizbullah o zaman Beyrut'u işgal etti, Lübnan Dağı'nın güneyini işgal etmeye çalıştı, böylece diğer Lübnanlı mezhepçi bileşenleri kendisine düşman etti.

Bununla birlikte beşinci durakta İran projesinin boyutları ve Hizbullah’ın bu projedeki rolü ortaya çıkınca, 2011'de direnişin silahları Suriye'de bir öldürme, cezalandırma ve yerinden etme aracına dönüştü. Hizbullah savaşçıları bölgelerin genelinde çok sayıda katliam ve yerinden etme eylemi gerçekleştirmekle suçlandı. Şimdi artık altıncı durak sayılabilecek noktadayız, yani birçok varsayım ve niyeti yıkan, ifşa eden Aksa Tufanı operasyonu ve bunun Filistin ve Lübnan düzeyindeki feci yansımaları aşamasındayız. Operasyonun planlayıcıları, uygulayıcıları ve destekçileri, onları çalıştırana hizmet etmek için temel gerçekleri ya gözden kaçırdılar ya da kasıtlı olarak görmezden geldiler. Bu gerçeklerin ön safında iki gerçek duruyor; mevcut İsrail hükümeti, İsrail tarihindeki en radikal hükümettir ve en düşmanca, nefret dolu liderler tarafından yönetilmektedir. Barışçıl çözümler ile en az ilgilenen hükümettir. Aynı zamanda, açıkça duyurdukları hedefleri Filistinlileri Arap ülkelerine göndermek olan iki bakanı da içermektedir. İkincisi, Amerikan başkanlık seçimlerinin yapıldığı yıl İsrailli sivillere karşı bir operasyon düzenlemektir. Bu, Binyamin Netanyahu ve generalleri tarafından başlatılacak herhangi bir zorla göç ettirme saldırısına karşı ABD'den caydırıcı olmasını beklemenin saçma olacağı anlamına geliyor. Üstelik planlamacılar ve uygulayıcılar bölgesel atmosferin  yanıt verme konusunda  İsrail'in kafasını karıştıracağını hayal etseler bile, işte -yaklaşık bir yıl sonra- İran liderliğinin çelişkili, manipülatif ve hatta tavizci açıklamalarına karşılık, İran ile bağlantılı örgütlerin etkisiz “destekleriyle” yanıt sınırlı kaldı. Şu anda Filistin topraklarındaki tablo, Gazze Şeridi'nin yerle bir edilmesinin ardından sakinlerinin yerinden edilmesini, Hamas'ın İsmail Heniyye, Muhammed ed-Dayf ve Salih el-Aruri gibi en önde gelen liderlerinden bazılarının tasfiyesini içeriyor. Bunun yanı sıra Lübnan'da Hizbullah'ın iletişim altyapısı vuruldu, askeri ve güvenlik alanında önde gelen bir dizi lideri tasfiye edildi, binlerce Güney Lübnan vatandaşı yerinden edildi. Buna karşılık, Tahran'da Dini Lider “taktik geri çekilme”nin mümkün olduğunu söylerken, İran Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan, ABD ziyareti öncesinde bizlere “İranlılar ve Amerikalılar kardeştir ve aralarında herhangi bir düşmanlık yoktur!” müjdesini veriyor.

Böylece İran projesi ileri bir aşamaya ulaşıyor. Tahran, hegemonya projesini gerçekleştirmek ve Arap kanı, Arap halkı ve Arap geleceği pahasına, nüfuz paylaşımı için İsrail ve ABD ile müzakere masasına oturmak için uzun bir süre – popüler kuluçka merkezlerini yanıltan- araçlarından yararlandı. Ancak inanıyorum ki Hamas'ın halkının davasına, Hizbullah'ın da devletine dönmesi için henüz çok geç değil.