Kaçınılmaz olarak Beyaz Saray'ın yeni efendisi ile bağlantılı olan en önemli soru, ABD'nin beklenen kimliği etrafında dönüyor. Bu kimlik, en ünlü Püriten politikacı John Winthrop'un dünyayı aydınlatan “tepe üzerindeki şehir” terimine yaklaşacak mı yoksa en ünlü ve tehlikeli “Korsan Morgan” modelini benimsemekte ısrar ederek bundan uzaklaşacak mı?
Bölücü ideologların, nesiller boyunca Amerikan sivil yaşamını karakterize eden, “iyi niyet rezervuarı” diyebileceğimiz şeyi yok etmek için son 20 yıl boyunca uzun uzun çalıştıkları kesin bir şekilde söylenebilir.
1970'lerden itibaren, John Kennedy'den Barack Obama'ya kadar Amerikan başkanlarının çoğu, Winthrop'un konuşmasını eylemlerinin ve politikalarının merkezine yerleştirdiler. Ülkeyi nükleer bir savaştan kurtaran Kennedy’nin bu konudaki samimiyeti ve sadakati kanıtlanmışken, rejimleri değiştirme yoluyla demokrasiyi yayma bahanesiyle bir fitne ve komplolar sürecini başlatan Obama’nın yalanı ve sahteliği de ortaya çıktı. Bu da onu, Sir Nigel Hamilton'ın başyapıtı “Amerikan Çarlar”da belirttiği gibi, daha sonra tarih tarafından lanetlenmiş hale getirecektir.
1989'daki veda konuşmasında Ronald Reagan, güçlü, gururlu, parlak, Tanrı'nın kutsadığı bir ABD'den söz etmişti. Bilhassa Amerikan toplumunu her yönüyle vuran “nefret ekümenizmi” durumu göz önüne alındığında, büyük ihtimalle bugün aynı cümleleri tekrarlayamazdı. Dolayısıyla yeni başkanın misyonu, her şeyden önce, gerçekleşebilmesi son derece şüpheli, dahası neredeyse imkânsız görünse de yurt içinde acil, kararlı ve sağlam bir uzlaşıyı gerçekleştirmektir.
Parçalanmış bir toplumsal doku göz önüne alındığında, içerisi ile ilgili konuşmalar uzun, keder ve acıyla dolu. Bilhassa Amerikan imparatorluğunun güneşi -Paul Kennedy gibi önde gelen Amerikalı tarihçilerin de iddia ettiği gibi- sönmeye yüz tuttuğundan, şehrin ışıltısının sönmesi, parlaklığının azalması ya da tamamen kaybolması da yolda olduğundan, yurtdışı ile ilgili söylenenler de ABD açısından pek iyi görünmüyor.
Henry Kissinger, son analizlerinde ABD’yi “kaygılı ve tereddütlü bir ulus” olarak tanımlamaktan kaçınmamıştı. Ancak buna rağmen ve meseleyi kızgın duygulardan uzak bir objektiflikle ele almak için şunu da söylemeliyiz; eğer ülke bu seçimlerin ardından orta vadede neredeyse kesin olan bir iç çatışmaya sürüklenmezse, ABD'nin üstünlüğü yakın gelecekte de hayatın bir gerçeği olmaya devam edecektir.
Amerikan saflığının bugünkü seviyelerine ilişkin düşüncemizde hemfikir olmamız ya da olmamamız bunun kanıtıdır. Kaldı ki bu saflık neo-muhafazakârlar döneminden bu yana ABD’nin Amerikan yüzyılına yönelik çabaları ve vizyonu, Pax Americana döneminin yayılması ve duyulması konusundaki ısrarları ışığında, büyük olasılıkla kalabalığın içinde kayboldu.
Ancak ABD'nin hâlâ zirvede olduğunu kabul etmemiz gerekiyor ve burada inkarın hiçbir faydası yok. Evet sonsuza kadar kalmayacak ve tarihin diyalektiği de budur. Şu anda küresel meselelerde liderlik rolünden çekilmesi de dünyanın ciddi şekilde karışmasına neden olabilir. Dünyanın birçok yerinde ve bölgesinde otorite boşlukları yaratmanın, hatta çeşitli güçleri ve aktörleri, ortaya çıkan kaosa müdahale etmeye teşvik etmenin kapılarını ardına kadar açabilir.
Yeni ABD başkanının öncelikle neyi anlaması gerekiyor?
İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinden bu yana geçen 80 yıllık Amerikan enternasyonalizminin hem coğrafi hem de demografik olarak gelişmiş ve değişen bir dünyaya artık uygun olmadığı kesindir. Aynı biçimde çağdaş nesillerin bilgisayar teknolojisi ve “Microsoft” sistemleri çağından AL sınırlarını aşarak SAI ve ardından YGZ alanlarına geçiş yapan yapay zekâ dünyalarına geçiş hızıyla birlikte, güç ve yenilmezlik standartları da değişiyor ve dönüşüyor. Bu başlı başına ele alınması gereken bir konudur.
ABD her zaman askeri yolu izlemiş ve dış politikasının her alanında askeri yaklaşımlar benimsemiştir. Bu da hem müttefikleri hem de dostları arasındaki itibarını zedeledi.
Yeni başkana, sürekli değişen dünya karşısında ülkenin siyasi performansında diplomasi ve ekonomik ortaklığın ön plana çıkmasının zamanının geldiğini kim tavsiye edecek?
Bugünkü dünya, Sovyetler Birliği'ne karşı koymanın yükünü taşıyan transatlantik bir ittifak kurma çabalarıyla özgür dünyanın geleceğini kazanan Harry Truman gibi adamlar tarafından şekillendirildi ve onların izlerini taşıyor.
Aynı şekilde Ronald Reagan, Almanların bile ilk başta hoş karşılamadığı zor bir proje olsa da Almanya'nın iki parçasının birleştirilmesi için baskı yapmıştı.
Amerikan başkanı- eğer “tepe üzerindeki şehrin" gücünü harekete geçirmek istiyorsa Roma’da seçilen Papa'nın yaptığı gibi Beyaz Saray'daki Gözyaşı Odası’nı ziyaret ettikten sonra yalnız kalması ve kendi kendine “Bugün benim yerimde Thomas Jefferson olsaydı ne yapardı?” diye sorması daha iyi olur. Sizce bunu yapar mı, yoksa yukarıdaki satırlar boş bir hayal mi?