Tevfik Seyf
Suudi yazar ve düşünür
TT

Akıllı insanın biyografisi

Bu hafta, ünlü akademisyen Dr. Salih Ziyad'ın YouTube kanalında yayınladığı “Bizi Aldatan Akıl: Ona Güvenebilir miyiz?” başlıklı kısa bir konuşması dikkatimi çekti. Bu konuşma, akıl kavramı üzerine hazırladığı bir dizi bölümün bir parçasıydı. Dr. Salih bu bölümleri, aklın beden ve çevreden bağımsız bir öz olduğu ve bağımsızlığının ona her şeye karşı tarafsız bir hakem olma imkânı tanıdığı yönündeki eski görüşle, bilhassa insan yaşam deneyiminin, aile ve sosyal çevrenin “düşünme” dediğimiz şey üzerindeki derin etkisine odaklanan modern görüşü karşılaştırmaya tahsis etmiş.

Dr. Salih, bu fikri, esasında kendi içinde karmaşık olmasına rağmen anlaşılır kılacak bir biçimde açıklıyor. Bu yaklaşıma bir şey ekleyerek, aşağıda görüleceği gibi, modern akıl anlayışına ve karşılaştığı zorluklara ve sınırlamalara odaklanmak istedim. Zira insanın hayatını yönetme iradesi ile bu zorluklar ve sınırlamalar arasındaki mücadele, zihinsel faaliyetin özünü oluşturur ve aynı zamanda yeni fikirlerin doğduğu alandır.

Çoğunlukla doğal gelişen insan davranışı, dünyanın insan zihnindeki yansımasıdır. Toplumsal olguları, yani toplumsal alandaki insan davranışının sonuçlarını anlamak, bir varsayımla, bu davranışın iki güdü tarafından yönlendirildiği varsayımıyla başlar. Bunlar genellikle “duygu” olarak bildiğimiz tutkular ve duygusal dürtüler ile genellikle “akıl” olarak bildiğimiz sağduyudur. Sadece sağduyunun ürettiklerinin rasyonel olduğunu ve tutku ile dürtülerin her zaman irrasyonel kararlar ürettiğini iddia etmek haksızlıktır.

Duygunun, politik, ticari, ideolojik ve diğer tüm biçimleriyle propagandanın hedefi olduğunu biliyoruz. Bildiğimiz gibi, propaganda insanları bilimsel veya mantıksal olarak kanıtlanmış konulara ikna etmeye odaklanmaz, aksine onların duygularını ve içgüdülerini harekete geçirerek yapmalarını istediği şeye tepki vermelerini sağlamaya çalışır. Bu nedenle, birçok kişi tutkuların, duygusal dürtülerin ve içgüdülerin insan kararları ve günlük yaşam üzerinde daha güçlü bir etkiye sahip olduğunu düşünme eğilimindedir. Ancak, kanıt olmadan böyle bir iddiada bulunmak az da olsa abartı içermektedir.

Duygunun önemli etkisini inkar etmek istemiyoruz. Aksine, sağduyu/aklın egemenliğinin, genel olarak bakıldığında, en güçlü ve en derin etki olmaya devam ettiğini vurgulamak istiyoruz. İnsanlığın ikinci anlamda akılcılığın emirlerine -yani sağduyuya ve kişinin kendi içindeki ve çevresindeki iyiliğin emirlerine tabi olmaya- daha duyarlı olduğunun en güçlü kanıtı, insanlığın uzun tarihi boyunca kaydettiği ilerlemedir. Bu ilerleme, bilim, sanat ve sosyal sistemlerdeki ilerlemeyi ve özellikle de düşmanlık ve savaş zamanlarında bile başkalarının haklarının karşılıklı olarak tanınmasını kapsamaktadır. 1949 Cenevre Sözleşmeleri ve Ek Protokolleri buna örnek verilebilir. Bunlar, sahada bulunmalarına rağmen çatışmaya katılmayan kişilerin (siviller, sağlık görevlileri ve yardım görevlileri) ve yaralanma, esir düşme veya diğer nedenlerle savaşamaz durumda olan askerlerin güvenliğinin sağlanması gibi, savaşın vahşetini azaltmaya yönelik gerekli kurallar konusunda, tüm devletler arasında varılan bir anlaşmayla desteklenen bir çerçeve oluşturmaktadır. Benzer şekilde, anlaşmalar ve sözleşmeler için örfi ve hukuki güvenceler alanında da kapsamlı ilerlemeler kaydedilmiştir; ayrıca bireylerin ve grupların haklarının toplumsal olarak tanınması da söz konusudur. Bu iki örnek, uzun bir tarihsel süreç göz önüne alındığında, insanlar arasında sağduyunun ve dayanışma, karşılıklı destek ve adalete güvenmenin, yaşamlarında ve etkileşimlerinde baskın olduğunu ve olmaya devam ettiğini göstermektedir.

İnsanlığın tarih boyunca izlediği ilerleme yolunun, duygu ve akıl arasındaki mücadelenin bir ürünü olması uzak bir ihtimal değildir. İngiliz filozof Friedrich von Hayek'e göre, verilen sözleri tutmak gibi rasyonaliteyi simgeleyen davranışlar, insanlığın başkalarıyla etkileşimin hayatı kolaylaştırdığını, bunun devamı ve gelişmesi için tüm tarafların sözleşmesel yükümlülüklere uyması gerektiğini daha erken bir dönemde keşfetmesinin bir sonucudur. Bu görüşe göre, aklın günlük insan yaşamındaki göreceli egemenliği, insanlığın yaşamın gereklerine ve içinde doğan zorluklara uyum sağlamasını mümkün kılmış, bugünü geçmişten daha iyi hale getirmiştir.