13 Nisan 1975, Lübnan için uğursuz bir gündü; topraklarında yaklaşık yarım yüzyıl süren bir savaş patlak verdi ve bu sürece, kısa süreli sükûnet ve umut dönemleri egemen olsa da bunlar hızla buharlaşıp, gerginlik ve umutsuzluk geri döndü. Birçok kişi bunu “Lübnan topraklarında başkalarının savaşları” olarak niteledi, bazıları ise bunun Kissenger'ın Filistinlileri Lübnan'a yerleştirme projesinden kaynaklandığını söyledi. Diğerleri ise savaşın temelinde ilerleme ve çağdaşlaşmanın önünde engel teşkil eden kötü mezhepçi sisteminin yattığını söyledi. Rejimdeki konumunu korumak için mezhepçiliği körükleyen yozlaşmış siyasi sınıfa sorumluluk yükleyenler de oldu. Gerçek şu ki Lübnan patlaması belki de tüm bu nedenlerin bir araya gelmesinin sonucuydu.
1975 Lübnan Savaşı, bölgedeki birçok ülkede art arda yaşanan 50 yıllık iniş çıkışların başlangıcı oldu. Lübnanlılar aracılığıyla Lübnan'da savaşan rejimler sarsıldı, liderleri devrildi, toplumlarında kaos yayıldı; Irak'ta Baas rejimi yıkıldı, Saddam Hüseyin idam edildi, Libya'da Muammer Kaddafi öldürüldü, Hüsnü Mübarek ve halefi devrildi. Dalgalanmalar devam etti ve son olarak Esed rejimi aşağılayıcı bir şekilde devrildi. Bazı rejimler yıkıldı, bazıları yükseldi; bazıları da dağılan rejimlerin yaptıklarından bıkıp, uzun süren acıların, baskıların ve yerinden edilmelerin ardından iç sorunları çözmeye ve toplumlarını yeniden canlandırmaya yöneldi.
Sonuçta, rejimin 30 yılı aşkın süredir bağlı milis gruplar aracılığıyla ülkeleri kontrol etmeye çalıştığı İran yayılmacı projesinde, bu milislerin silahlandırma ve eğitim karşılığında ağır bir bedel ödediği artık açık ve net. Kaldı ki bu gruplar İsrail'in askeri üstünlüğü ve ev sahibi rejimlerin zayıflığı karşısında hızla çöktüler.
Bilgili kaynaklar, İran'da sessiz ve kararlı bir şekilde ilerleyen ve gerek finansman gerekse silahlandırma açısından projeyi tamamen durdurmayı, ülkenin uluslararası topluma geri dönmesini, izolasyonların ve acı verici yaptırımların sona ermesini hedefleyen bir değişim trendinin olduğunu naklediyor. Bu akımın öncülerinden biri olan Muhammed Cevad Zarif'in şöyle dediği bildiriliyor; değişime zorla değil, gönüllü olarak girişmek bilgeliğin zirvesidir. İran Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan da silahlara ve saçma savaşlara ödenen milyarların İran halkının hakkı olduğunu söyledi. Dolayısıyla en azından orta ve uzak gelecekte Lübnan topraklarında savaşma arzusunda ve belki de gücünde olan kimse kalmadı. Bu, Lübnan devletinin bölge ülkelerinin etki ve müdahalelerinden uzakta, 1970'lerden bu yana ilk kez ayağa kalkması için gerçek bir fırsat.
Öte yandan, İsrail ile Lübnan arasında yakın zamanda imzalanan ateşkes anlaşmasının, 1969 tarihli Kahire Anlaşması’ndan bu yana ilk kez İsrail ile askeri çatışma durumunu sona erdirmeye yönelik bir anlaşma olduğu açıkça ortaya çıktı. Bu anlaşma sonucunda Lübnan, Filistinlilerin ve müttefiklerinin Lübnan topraklarından İsrail'e karşı savaşmasına izin vermişti. Lübnan Devleti’nin Haziran 1987’de Kahire Anlaşması’nı iptal etmesine rağmen Hizbullah, Şebaa Çiftlikleri ve Kafr Şuba Tepeleri’nin İsrail işgalinden kurtarılması gibi çeşitli gerekçeler sunarak, dünyanın hiçbir ülkesinde olmayan “halk-ordu-direniş üçlü sistemi”ni icat etti ve askeri angajmanını sürdürdü. Gazze'ye destek macerası ve Güney Lübnan'ı yanmış toprağa çeviren, Hizbullah'ın güç ve kapasitesinin çoğunu yok eden, Hizbullah'ın övündüğü caydırıcılık efsanesini sona erdiren yıkıcı İsrail tepkisinin ardından, “angajman kuralları” denilen şey ortadan kalktı ve yerini “angajmansızlık” durumu aldı. Batılı kaynaklar, Litani Nehri'nden güneye Nakura'ya kadar uzanan bölgenin artık sıkı bir şekilde kontrol altına alındığını ve muhtemelen Lübnan ordusu ve UNIFIL güçleri dışında, silahsız kalmaya devam edeceğini söylüyor.
Lübnan'dan başlayarak düşmanla sürdürülebilir bir çatışmasızlık süreciyle, kuzey ve doğu sınırlarından kara, deniz ve hava ikmal yollarının tıkanmasıyla, İsrail'e karşı silah taşımanın gerekçeleri ortadan kalkıyor. Filistin kamplarındaki silahlar da buna dahil. Silah taşıma, topraklarında yaşayan halkı ve sakinleri koruyan ve savunan, ülke sınırlarını koruyan ve çıkarlarını savunan devletin münhasır hakkı haline geliyor.
Lübnan Cumhuriyeti'nde General Joseph Avn'ın cumhurbaşkanı seçilmesi, Lübnan ve bölgede yaşanacak değişimin göstergelerinden biri. Bunu gerçekten teyit etmek istiyorsak, hafızası kendisini yanıltanlara, Hizbullah'ın Joseph Avn'ın ABD'ye yakın bir isim olduğunu ve dolayısıyla direnişin arkasını kollamayacağını düşünerek onun cumhurbaşkanı seçilmesine nasıl şiddetle karşı çıktığını hatırlatalım. Hizbullah, General Avn'a karşı, Avn'ın Yarze'deki ofisinde sözlü olarak zıtlaştığı elçiler, daha sonra da Mişel Avn’a sadık savunma bakanının Genelkurmay Başkanı Avn’ın görev süresini uzatmamak ve askeri müessesede ayrılık çıkarmak için elinden geleni yapması aracılığıyla şiddetli bir savaş başlatmıştı. Ordu komutanının cumhurbaşkanlığı makamına ulaşmasını engellemek için Mişel Avn ve Hizbullah, Milletvekili Cibran Basil'i bir köprü başı olarak kullandılar. Tüm bunlar, İsrail'in gerçekleştirdiği ve Hizbullah'ın hakimiyetine ve İran projesine son veren büyük depremden önceydi. Bundan sonra Hizbullah’ın tutumu değişti ve Avn'ın seçilmesini kabul etti. Joseph Avn, bu süreçte baskılara karşı dik durdu, yalnızca ulusal görev ve vicdanının gerektirdiği şekilde hareket etti ve cumhurbaşkanı oldu. Yemin töreni konuşmasında, Lübnanlıların onlarca yıldır duymadığı büyük sözler söyledi; silahın sadece devletin elinde olacağı sözünü verdi. Sınırları koruyanın ordu olduğunu, hukukun yargının efendisi olduğunu, anayasaya bağlılığın korunan ve ihlal edilemeyecek bir konu olduğunu vurguladı.
Bölgede yaşanan değişim, insanların büyük çoğunluğunun tahmin ettiğinden daha hızlı gerçekleşiyor. Şu anda yeni bir Ortadoğu'nun doğuşuna tanık oluyoruz ve bu mutlaka geçmiştekinden daha kötü bir Ortadoğu değil, hatta halklar için çok daha istikrarlı, güvenli ve müreffeh olması daha muhtemel.