Hazım Sağıye
TT

Olmayanlar olsaydı?

Batılı sınıflandırmanın “farz edelim” diye adlandırdığı bir yazı türü vardır. Geçmişte olmuş bir şeyin gerçekleşmediğini farz etmeye ve bu durumda ne olabileceğine dair çıkarımda bulunmaya dayanmaktadır. Bu, bir dereceye kadar gerçek olan olasılıklara atıfta bulunduğundan, bir tür yazılı saçmalık değildir. Okuyucu bu olasılıklar ile iki sonuca varabilir: Birincisi, tarihi bu yöne doğru itenlerin sorumluluğuna dikkati çekmek. İkincisi, şimdiki zamanın sıkıntılarını, farklı politikalar izlenmiş olsaydı mümkün olabilecek koşullar ile kıyaslamak. Elbette ve her zaman bu yaklaşım, insan unsurunun kendi dünyasının koşullarını ve akımlarını kontrol etme gücünün ilkesel ve örtülü bir şekilde kabulünü içerir.

Bugün Arap Maşrık bölgesinde, cani Aksa Tufanı operasyonu ve İsrail'in buna barbarca tepkisinden kaynaklanan alışılmadık bir felaketin ağırlığı altında yaşarken, son yarım yüzyılda şahit olduğumuz en önemli iki olay yeniden hatırlanıyor. Bunların ilki 1979'da Mısır-İsrail Camp David Anlaşması olayı, ikincisi 2003'teki Irak'ın işgali ve kurtuluşu. Burada, şu anda olup bitenler ile sadece bir rejim için değil, hayat ve siyasette yıpranmış yöntemler için de değiştirici bu iki olayla baş etme yolları arasında, ters de olsa, temel türden bir ilişki olduğunu varsayabiliriz.

Örneğin, Arap Birliği ve Arap kamuoyunun hemen Mısır'ın tutumunu desteklediğini, benimsediğini ve bunu altı gerekçeyle haklı gördüğünü varsayalım:

Birincisi, 1967 yenilgisini ve 1973 savaşının cesaret kırıcı sonuçlarını, İsrail ile savaşın meşrulaştırdığı milis silahının sonucu olarak 1970 yılında Ürdün'de yaşanan iç savaşın ardından 1975 yılında Lübnan'da iç savaşın çıkmasını hatırlatarak, savaşa karşı nefrete, barışa ve gelişimine güvenmek.

İkincisi, Camp David tarafından güvence altına alınan bir Filistin öz yönetiminin kurulması ve özyönetim otoritesi için seçim yapılmasının zeminini hazırlamanın yanı sıra, ABD Başkanı Jimmy Carter'ın, Sayın Robert Schwarz Strauss'u bu süreci takip etmek üzere bölgedeki özel temsilcisi olarak atamasını memnuniyetle karşılamak.

Üçüncüsü, aynı yıl yani 1979'da gerçekleşen devrimi, hedef ve slogan olarak “devrimi ihraç etme” ilkesini benimsemesi nedeniyle bölgeyi tehdit eden İran nüfuzunu kuşatmak. Çünkü barış ve gerilim odaklarının aşılması, taşıdığı ilkellik ve baskın mezhepçi içgüdüler ile bu yıkıcı çağrıların çekiciliğini zayıflatmaktadır.

Dördüncüsü, Camp David'i çökertmekte ısrar eden Suriye ve Irak'taki iki Baas rejimini tecrit etmek. Çünkü bu iki rejim, Maşrık’taki gerilim ve seferberlik durumunu, hem anayasal olarak hem de halk arasında yoksun oldukları meşruiyetin yerine geçecek bir “ulusal meşruiyet” kaynağı olarak sürdürme konusunda isteklilerdi.

Beşincisi, Filistin direnişinin silahlarını teslim etmesi, FKÖ’nün, Filistin'de özyönetim inşa etmeye odaklanması ve ardından FKÖ'nün savaştığı diğer Lübnanlı milis grupların da silahlarını teslim etmeleri sonucunda Lübnan'ın farklı ve çeşitli şekillerde tezahür bulan çatışma döngüsünden çıkmasıdır.

Son olarak, Mısır ile Arapların geri kalanı arasındaki ilişkiyi sarsmamaya dikkat etmek çünkü bu durumda her iki tarafın da kaybı büyük ve kaçınılmaz olacaktır.

2003 yılında ise Arap Birliği, geniş ve genel bir Arap görüşünü ifade eden ve en az 1979’daki tutumu kadar tarihi olan bir bildiri yayınlayabilir ve bildiride şunlar belirtilebilirdi:

“Yaşanan, hoş karşılanmayan bir işgaldir ama aynı zamanda baskıcı bir rejim sebebiyle çok acı çeken Irak'ın hak ettiği memnuniyetle karşılanan bir kurtuluştur. İşgal ve kurtuluş arasındaki bu ikilik, Japonya dahil birçok ülke tarafından deneyimlenmiştir. Japonya’nın bu ikiliği olgun bir şekilde ele alması, MacArthur'un demokratik anayasası ve mucize olarak tanımlanan bir ekonomik yükseliş ile sonuçlanmıştır.

Irak'ta Arap varlığının daha fazla ve güçlü olmasının, bu olayın olumsuz yönlerini azaltacağını, ABD’nin Irak meseleleri üzerindeki tekelini, Amerikalıların Irak ve bölge konusundaki bilgisizliğinden ve belki de henüz ortaya çıkmamış hırslardan kaynaklanabilecek sonuçları sınırlayacağını düşünüyoruz. Bu Arap varlığı, onlarca yıllık birikim ve baskının ardından mezhepsel ve etnik isyanların önünü almanın yanı sıra, Iraklıların aşırı merkezi ve aşırı diktatör yönetime tek alternatif olarak seçtiği federalizm deneyimine sponsor olmaya çalışacaktır.

Arap varlığının ve desteğinin sonuçlarından biri, İran'ın Irak'taki geçiş aşamasını onun aleyhine nüfuzunu genişletmek için istismar etmesini, Suriye'deki (birlikten ihraç edilen) Esed rejiminin Bağdat'a ölüm aletleri ile birlikte Iraklılar arasında kendilerini havaya uçuran “intihar eylemcilerini” ve direnişçiler denilen kişileri göndererek aynı çalkantılı Irak döneminden faydalanmasını engellemek olacaktır.

Bu yeni deneyimin başarısının, giderek yıpranan bu iki rejimin ömrünü kısaltması kuvvetle muhtemeldir. Bilhassa yıllardır Filistin meselesini kullanma güçlerini kaybettikleri için, komploları sonuna kadar zorlarken, baskıya ve vahşete giderek daha kesin bir şekilde başvurmaları da bunu engelleyemeyecektir.

Sonuç olarak, Mısır'ın barış politikalarının başarısı ve istikrarı gibi, demokratik Irak'ın istikrarı da Iraklılar ve Araplar için çok büyük bir kazançtır. Bu iki tarihi gelişme, dünyayla iletişim kanallarını genişleterek, hem onda faydalı ve aydınlatıcı olanlardan etkilenme fırsatlarını hem de Arapların bunları etkileme fırsatlarını artırmaktadır.”