Tarih düz bir çizgide ilerlemez. Aksine, bazen yükselen ve alçalan zikzaklar çizer. Önemli olan, oyuncuların bu fırsatlardan nasıl yararlandığıdır.
İngiltere’de Keir Starmer hükümeti, gelecek eylül ayında Filistin devletini tanımaya karar verdi ve bu tanımanın veya tanımamanın, yani ortada duruşun koşullarını belirledi. Bu hamle, iktidardaki İşçi Partisi'ne mensup önemli sayıda milletvekilinin baskısı sonucunda geldi.
Birçok yeni İsrailli tarihçi, İngiltere olmasaydı İsrail Devleti'nin kurulamayacağı ve ABD olmasaydı varlığını sürdüremeyeceği konusunda hemfikir. Bu tarihçiler arasında, 2000 yılında yayınlanan “Demir Duvar: İsrail ve Araplar” adlı kitabıyla Avi Shlaim de yer alıyor.
Balfour Deklarasyonu'nun sahibi İngiltere, 1920 ile 1948 yılları arasında Filistin'i uzun yıllar boyunca manda idaresi altında yönetti.
ABD İsrail Devleti’ni deklarasyonundan 11 dakika sonra tanıdı. İngiltere'nin tanıması ise 1949 sonuna kadar uzadı. O dönemde, İngiliz Lordlar Kamarası çeşitli noktalara dayanarak İsrail’i tanımaya karşı çıktı. Bunlar arasında “dini” bir devletin tanınmasının doğru olmaması, savaşa dayalı bir devletin tanınmasının reddedilmesi ve İngiltere'nin Araplarla ilişkilerinin kötüleşeceği korkusu sayılabilir. Ancak dönemin İngiliz hükümeti, gecikmeli de olsa, bu itirazlara rağmen İsrail’i tanımaktan vazgeçmedi!
Sanki tarih tekerrür ediyormuş gibi Keir Starmer hükümetinin Filistin devletini tanıma niyetini açıklamasının hemen ardından, (43 üyeli) Lordlar Kamarası'nın bazı üyeleri, bu tanıma koşullara bağlı olmasına rağmen itiraz ettiler. Lordlar Kamarası'nın öne sürdüğü argümanlar arasında, Filistin'i tanımanın Hamas'ı İsrail'in güvenliğine yönelik tehdidini sürdürmeye teşvik edeceği, ayrıca sınırları belirlenmemiş ve birleşik bir hükümeti olmayan devletin tanınmasının kabul edilemez olduğu yer alıyordu. Bu sonuncusu bizi, Filistinlilerin anlaşmazlıklarının ve fraksiyonlar arasındaki rekabetin davadaki her türlü ilerleme için “ölümcül” olduğu yönündeki tekrarlanan iddiaya götürüyor. Ama kimse bunu duymak istemiyor, çünkü fraksiyonların liderlerinin çıkarları Filistin halkının muazzam fedakarlıklarından daha öncelikli!
Öte yandan, bazılarımız hâlâ “zamanın” er geç Filistinlilere adaleti sağlayacağından bahsediyor. Aynı kişiler, Filistin nüfusunun önümüzdeki yıllarda İsraillilerden daha hızlı artacağını öne sürerek demografi faktörüne işaret ediyorlar. Oysa demografi ve coğrafyanın da gösterdiği gibi bu doğru değil. Zira tahminler, 2040 yılına kadar yaklaşık 12 milyon İsrailli ve yaklaşık 10 milyon Filistinlinin olacağını gösteriyor. Filistinliler arasında ortalama nüfus artış hızı yüzde 3,5 iken, yalnızca Harediler (İsrailli bir dini grup) arasında ortalama doğurganlık oranı 6 çocuktan fazla!
Coğrafyanın nüfus artışını ne kadar kaldıracağına bakarsak, İsrail'in yüzölçümü yaklaşık 22 bin kilometrekare iken, Batı Şeria ve Gazze'nin yüzölçümü ise yalnızca 6 bin kilometrekaredir. Bu, İsrail topraklarının nüfus artışını nispeten kaldırabileceği, Filistin topraklarının ise tam aksine kaldıramayacağı anlamına geliyor.
Buna rağmen, zorla göç ettirme, İsrail'in değişmez siyasi fikridir. Bu nedenle, bugün Gazze'de ve aynı zamanda Batı Şeria'da gerçekleşen soykırımın mesajının bir kısmı, Filistinlileri topraklarından sürmek ve onları korkutarak kaçmaya zorlamaktır.
Yukarıdakilerin ana fikri, bugün Filistinliler için açık olan pencerenin zamanla sınırlı olduğu ve pratikte bir devlet kurmak için kullanılması gerektiğidir. Birçok Arap ülkesinin Hamas liderliğinden uzlaşmazlıktan, bencillikten ve yanılsamalarından vazgeçmesini talep etmesi, bu fırsattan yararlanma çabasından başka bir şey değildir. Zira bu fırsat kaçırılırsa, öncekilerden daha büyük bir felaket olacaktır.