Memun Fendi
TT

Yeni Ortadoğu'yu kim şekillendiriyor?

Şimon Peres’ten bu yana İsrail, yeni Ortadoğu’dan söz etmeyi hiç bırakmadı. Peres, 1990’larda kaleme aldığı vizyonda, çatışmaların üstesinden gelebilecek bir ‘ekonomik barış’ vaat ediyordu. Zamanla bu anlayışı devralan Binyamin Netanyahu ise hayali ekonomik bir projeden çıkarıp, askeri üstünlük, önleyici saldırılar ve güç kullanarak güç dengesini yeniden şekillendirme temelli somut bir projeye dönüştürdü. Böylece, İsrail anlatısında yeni Ortadoğu, inşa etmekten ziyade yıkmaya dayalı bir proje haline geldi.

Bugün sorulması gereken soru ise şu: Yeni Ortadoğu’nun çizgilerini gerçekten kim belirliyor? Otuz yıldır bundan söz eden İsrail mi, yoksa yıllardır sahada bunu inşa eden Suudi Arabistan mı?

İki vizyon arasındaki fark, kazma tutan ile harita tutan arasındaki fark gibi. İsrail, Gazze Şeridi’nden Lübnan ve Suriye’ye kadar uzanan tekrar eden saldırılarıyla tüm yıkım araçlarına sahipmiş gibi görünürken; Suudi Arabistan ise inşa araçlarını elinde tutuyor: tuğlalar, çimento torbaları ve herkesin korku duymadan yaşayabileceği bir bölgesel yapı için mühendislik vizyonu. İşte asıl güç dengesi değişimi burada başlıyor.

John Mearsheimer ve Stephen Walt’ın da belirttiği gibi, İsrail tam anlamıyla bölgesel sistem kurabilecek bir devlet değil; caydırıcılık ve askeri güç üzerine kurulu küçük bir devlet. Bu devlet bir duvarı yıkabilir ama bir şehrin planını çizemez. Bu nedenle ‘yeni Ortadoğu’ söylemi, politik bir yapıya dönüşemeden sadece bir başlık olarak kaldı. Peki, ne değişti?

Değişen unsur, Suudi Arabistan’ın sahaya merkezi bir güç olarak girmesi ve İsrail’in sahip olmadığı imkanlara sahip olmasıdır. Bugün Suudi devleti sadece büyük bir ekonomik güç değil; geniş bir coğrafi alan, derin bir toplumsal yapı, stratejik bir konum ve İslam’ın merkezi olarak dini meşruiyet gibi unsurlara sahip. Bu unsurların birleşimi, Morgenthau’nun ‘yapısal güç’ olarak adlandırdığı kapasiteyi Suudi Arabistan’a sağlıyor; bu güç, ülkeye sadece bölgesel süreçlere katılmak değil, onları yönlendirmek yetkisi veriyor. Bu nedenle Suudi Arabistan, bugün hem planlama hem de uygulama yeteneğine sahip bir bölgesel mimar konumunda görünüyor.

Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın geçen hafta Beyaz Saray’ı ziyareti, bu dönüşümün en net şekilde ortaya çıktığı anlardan biri oldu. Riyad artık büyük güçlerin düzenlemelerini bekleyen bir oyuncu değil, bu düzenlemeleri şekillendiren bir taraf. Suudi Arabistan’ın Sudan’daki rolü bunun açık bir örneği. Buradaki çabalar, sadece arabuluculuk değil; savaşın tehdit ettiği bir devleti yeniden inşa etme girişimidir. Suriye’de ise Suudi Arabistan, Şam’ın bölgesel sisteme yeniden entegre edilmesini sağlayacak yeniden yapılandırma sürecine öncülük ediyor. Lübnan’da devlet kurumlarını yeniden işlevsel hale getirecek siyasi çözümler için çaba harcıyor; Yemen’de ise yıllardır süren çatışmayı kalıcı bir uzlaşıya dönüştürmeyi hedefliyor. Bu adımlar geçici politik manevralar değil; diplomatik deneyim ile istikrara yatırım kapasitesini birleştiren bölgesel bir inşa projesinin somut yansımaları.

Bu Suudi dönüşümü, Mearsheimer’ın gerçekçi vizyonlarıyla uyumlu: Büyük devletler çatışmaları sona erdirmez, ancak onları yönetilebilir dosyalara dönüştürür. Suudi Arabistan da bölgeyi ‘yaklaşılamayacak kadar ateşli bir saha’ olarak değil, mühendislik yapılabilir bir alan olarak ele alıyor. Amaç, güç kullanarak haritaları yeniden çizmek değil; yıpranmış devletleri onarmak ve tüm taraflar için istikrarın mantıklı bir seçenek hâline gelmesini sağlayacak çıkar ağları kurmak.

İsrail’in stratejisi ise tamamen caydırıcılık üzerine kurulu askeri hareketlerle sınırlı kalıyor; barış inşa etmiyor. Önleyici saldırılar bölgesel bir sistem yaratmaz, askeri kontrol de siyasi yapılar oluşturmaz. Bu nedenle, Peres ve Netanyahu’nun sözleriyle yarattıkları gürültüye rağmen, İsrail zihninde ‘yeni Ortadoğu’, güç üstünlüğüne dayanan ve korku üzerinden yönetilen bir doğu algısı olarak kaldı.

Buna karşılık Suudi Arabistan bugün, Graham Allison’ın ‘sistemi hareket ettirme kapasitesi’ olarak tanımladığı modeli somutlaştırıyor; etkili ve çekici bir örnek sunuyor. Vizyon 2030 yalnızca Suudi iç politikasını yeniden şekillendirmekle kalmıyor, aynı zamanda bölgenin geleceğe bakışını da değiştiriyor. Çeşitlendirilmiş ekonomi, sosyal ve kültürel açılım, dünya standartlarında altyapı gibi unsurlar, Suudi Arabistan’ı bölgeyi uzun vadeli projelere çeken bir merkez hâline getiriyor.

Suudi Arabistan ayrıca sayısal güçle ölçülemeyen bir etkiye sahip; medeniyet boyutu ve İslam’ın merkezi olarak kazandığı manevi meşruiyet, onu dünyanın dörtte birlik nüfusunu kapsayan bir etki alanına taşıyor. Ülkedeki herhangi bir açılım veya modernleşme adımı, İslam dünyasında bir medeniyet sinyali olarak yayılıyor. Henry Kissinger’ın tanımıyla bu, bölgesel kimliği yeniden tanımlayan ‘medeniyet gücü.’

Tüm bu dönüşümler, başlangıçtaki soruya daha net bir yanıt veriyor: İsrail, saldırılarla güç dengesini yeniden kurabilir, ancak yeni bir doğu inşa edemez. Yıkım bir proje değildir, kazmalar geleceği inşa etmez. Oysa Suudi Arabistan, tuğla tuğla örerek bir bölgesel proje inşa ediyor; istikrara, devletin yeniden canlanmasına ve bölgeyi çıkar ve kalkınma ağlarıyla bağlamaya dayalı bir proje.

Bu nedenle ‘yeni Ortadoğu’ bombardımanlarla değil, mühendislik planıyla; önleyici saldırılarla değil, bölgenin iplerini elinde tutan geniş vizyonla şekillenecektir.