Bilhassa Gazze Şeridi'nde, ama aynı zamanda Lübnan ve Suriye'de de mevcut seçenekler, ikiye düştü ve bunlardan her biri mimarları Donald Trump ve Binyamin Netanyahu tarafından sembolize ediliyor. Ya bu Amerikan “baskısı” seçeneği ya da yaygın tanımlamaların da işaret ettiği gibi, “baskı altındaki” İsrailli seçeneği kaldı.
Seçeneklerdeki bu tür bir aşınma, öncelikle 7 Ekim 2023'te Gazze'deki operasyon ile Lübnan'da “destek savaşını” başlatan siyasal İslam güçlerini etkiliyor. Ancak bu güçler, sayısız nedenden ötürü, toplumlarını ve bir devletin var olduğu yerde devletlerini aynı noktaya, yani seçeneklerin aşındığı ve silindiği bir noktaya itmeyi başardılar. Dahası, Müslüman Kardeşler'e bağlı yapılanmalar ile başa çıkma konusundaki yeni yaklaşımlar, Arap ve Avrupa ülkelerinde, hatta Avustralya'ya kadar uzanan bir yelpazede benimsenen icraatlar, Hamas, Hizbullah ve Husi (Ensarullah) hareketlerinin kendileriyle birlikte radikal siyasal İslam'ın tüm yelpazesini, tüm biçimleri ve fraksiyonlarıyla sürüklediğini, onu da giderek daralan bir seçenek yelpazesiyle karşı karşıya bıraktığını gösteriyor.
Trump ve Netanyahu, Katar'a yönelik saldırı konusundaki fikir ayrılıklarını kanıt olarak gösterenlerin ve Suriye konusunda da yeni bir olası fikir ayrılığı yaşayacaklarına inananların düşündüğü gibi, gerçekten de fikir ayrılığı yaşıyor olabilirler. Bunun aksine, Lübnan’a ilişkin tutumlarına ve Gazze planındaki aksaklıklara işaret eden bazılarının düşündüğü gibi, birbirlerine yakın ve rolleri paylaşıyor da olabilirler.
Ancak her şey bir yana, Filistinliler, Lübnanlılar ve Suriyeliler, “emperyalist” Trump ile “Siyonist” Netanyahu arasında seçim yapmaktan başka çareleri olmadığını görüyorlar. Bu durum, ilgili Arap tarafların yukarıda bahsedilen iki seçeneğin ötesinde seçeneklerden ve etkili baskı kartlarından tamamen mahrum olmalarından kaynaklanıyor.
Avrupa, Çin ve Rus güçleri, farklı derecelerde de olsa, bir güçsüzlük ve isteksizlik karışımında buluşuyorlar. Bu arada, İsrailliler ile askeri ve teknolojik açıdan var olan niteliksel eşitsizlik ve bunun sonucunda Maşrık (Levant) bölgesindeki genişleyen ve genişlemeye devam eden işgalin gölgesinde kendi nüfuzları da azalıyor. İbrani devletinin nüfuzunun Maşrık toplumlarının tam kalbine kadar uzanmasından ise bahsetmiyoruz bile.
“Trump mı Netanyahu mu” veya daha doğrusu “Trump yoksa Netanyahu” denklemiyle belirginleşen bu gerçeklik, özellikle de işlerin ikisi arasında olumlu farklar bulmak için ayrıntıların da ayrıntılarına dalmaya evrileceğini hiç hayal etmemiş radikal eğilimlere sahip olanlar için son derece acı verici. Ancak böyle bir gerçeklik, Filistin davası, çözümleri ve bunlara ulaşmak için mevcut araçlar konusunda sorumsuz bir kibrin damga vurduğu radikal politikaların tüm tarihinin eleştirel bir incelemesini gerektiriyor.
Birkaç on yıl önce, radikal taraf ideolojik olarak mevcut muadilinden farklıyken, Filistin'in kurtuluşundan ziyade Arap birliğinin önceliğini savunan bir teori ile Filistin'in kurtuluşunun Arap birliğinin kurulmasından önce geldiğini savunan teori arasında bir tartışma dönüyordu. Bu tartışma kısa sürede başka bir tartışmanın kapısını açtı; Filistin, klasik yöntemle, yani düzenli Arap orduları aracılığıyla mı, yoksa “uzun süreli halk savaşı”, yani gerilla savaşıyla mı kurtarılmalı? Bu arada her zaman “Arapların Hanoi'si” bir Arap şehrinden diğerine taşınıyor, onu önce Amman'da, sonra Beyrut'ta kuranlar oluyordu.
Dış ittifaklar konusu gündeme geldiğinde ise Sovyetler Birliği genellikle tek güvenilir ortak olarak lanse ediliyordu. Ne var ki o da birkaç yıl sonra ortadan kayboldu. Bu arada umutlarını Maocu Çin'e bağlayanlar ve bizimle sonuna kadar gidebilecek tek ülkenin o olduğunu iddia edenler de her zaman oldu.
Böylesine cömert ve kendinden emin sloganlar atanlar, durumun doğru bir değerlendirmesine dayanan, gerçek kapasiteleri yansıtan yanıtlar üretmeyi temel alan her türlü spesifik ve mütevazı söylemlere son derece düşmandı. Zira bu tür söylemler veya eylemler, ancak İsrail Siyonizmi ve Amerikan emperyalizmine verilen hain tavizler olarak yorumlanabilir. Tam da bu sebeple, radikal çevrelerin, 242 sayılı kararı ve ardından Rogers Planı'nı kabul ettiği için Cemal Abdunnasır'ı da es geçmediğini söyleyebiliriz. Enver Sedat ise 1972 yazında Sovyet uzmanlarını Mısır'dan kovmasıyla başlayan ve Camp David Anlaşmaları'nı imzalamasıyla doruğa ulaşan sert eleştirilerin hedefi oldu ve bu eleştiriler günümüzde de devam ediyor. Emin Cemayel de 17 Mayıs 1983 Anlaşması’nı imzaladığı için aynı kınamaların bir kısmıyla karşı karşıya kaldı.
Farklı bahaneler, araçlar ve referanslarla ve İran'ın gücüne güvenerek, İslamcılar “tashihçi” olarak adlandırılabilecek radikal aşırılıklarını sürdürdüler; bu, pervasızca hareket etmeye daha hazır ve mevcut seçeneklere, Amerikan-İsrail ittifakının kartondan olduğuna daha fazla güvenen bir görüştü. Böylece, çözümün, yenilgilere yol açan eylemleri tekrarlamakta yattığı sonucuna varıldı, bu da 7 Ekim saldırısının ve “destek savaşının” önünü açtı. Sonuçta hem onları hem de bizi Trump ile Netanyahu arasında bir seçimle baş başa bıraktı.
Şimdi, sözde yüksek bir konumdan, ya da yalnızca rüyalarda görülen bir konumdan devasa bir düşüş yaşanmışken ve Arap dünyası yerçekiminin ve yasalarının sınırlarının dışında yüzen birine dönüşmüşken, sorumluluk acilen bölgemizdeki radikal söylem ve eylemlerin tarihinin titizlikle incelenmesini gerektiriyor. Özellikle de bazılarının söylediği gibi, Trump ile Netanyahu arasında nihayetinde hiçbir fark olmadığı doğruysa.