Olayların sevkiyle birlikte din dairesinden mezhep dairesine inildi. Tekrar mezhep dairesinden din dairesine yükselmek, çıkmak mümkün müdür?
‘Merkezden muhite, muhitten merkeze geçmek’ diye bir tabir vardır. İnsanların din alanında çekişmeleriyle birlikte zamanla dini daireden mezhebi dairesine inildi. Mezhepler ihtilafların beslediği ara ve tali duraklardır. Elbette her ihtilaf mezmum yani zemmedilmiş değildir. Bazı ihtilaflar insanlığın algısının iktizası ve çeşitliliği temin eden bir süreçtir. Buna ihtilafu tenevvü yani çeşitlilik ihtilafı denmektedir. Bazen mezmum yönleri olsa da tümden dışlanamaz, olumsuz sayılamaz. Bir de tefrikaya ve zıtlaşmaya götüren ihtilafu vu tefrika vardır. Bu da akait alanında farklılaşmak binaenaleyh fırkalaşmaktır. Bu alanda fırkalaşanlar genelde birbirlerine karşı düşmanca davranmaktadır. Fırkalaşma genellikle siyasi ihtilafların sürüklediği bir sonuçtur. Sıffin Savaşı ile birlikte üç unsurun teşekkül etmesi gibi. Burada Hazreti Ali’nin yanında kalanlarla birlikte bir de Şamlılar olmak üzere üçüncü bir fırka olarak Hariciler teşekkül etmiştir. Daha sonra (kimilerine göre öncesi de var) İmam-ı Ali yandaşları arasından Şiiler türemiştir. Ya da o damar kemikleşmeye ve radikalleşmeye başlamıştır. Tefrika ve tenevvü ihtilaflarının teşekkülünde siyasi kurumlar belirleyici olmuştur. Sözgelimi Macid Arsan Geylani’ye göre, Endülüs Emevileri siyasi çekişme halinde oldukları Bağdat ekollerinden veya mezheplerinden birisini değil de Medine İmamı İmam-ı Malik’in mezhebini seçmiş ve benimsemişlerdir. Bubir siyasi tercihtir. Ondan önce de Endülüs’te bir süre Evzai mezhebi mer’i ve geçerli olmuştur ( Es Sanamiyye ve’l Esnam Fi Sakafeti’l Asabiyyat el Arabiyye S: 43).
Hazar Türklerinin Yahudiliği benimsemesi de, İngiliz yazar Arthur Koestler’in ifadesiyle hariçten On Üçüncü Kabilenin teşekkülü ve yine siyasi mülahazalarla meydana gelmiştir. Kısaca ihtilafu tefrikada siyaset kurumunun ve çekişmelerinin rolü büyük olmuştur. Bu anlamda mezheplerin gelişmesine dair uzmanlık alanında temayüz eden simalardan birisi olan Raid Semhuri, Ehl-i Sünnet deyiminin teşekkülünde ve Eş’ariliğin devlet ekolü olmasında Selçuklu Veziri Nizamü’l Mülk’in payına vurguda bulunur. Şii kalkışmalarına ve gailelerine karşı Eş’ariliğin bir panzehir hükmünde olduğunu görmüş ve itidal ve vasatiyeti desteklemek gayesiyle Eş’ariliğin hamisi olmuştur. Fatimilerden sonraki Eyyübiler döneminde ve ardından Kölemenler dönemlerinde Eş’arilik Mısır ve ötesinin de mezhebi haline gelmiştir. Kuzey Afrika ve Şam diyarlarına da yayılmıştır.
Osmanlıların tarih sahnesine çıkmalarıyla birlikte Sünniliğin diğer kolu olan Maturidilik devlet mezhebi haline gelmiştir. Bu defa Bağdat ekolü değil de ikiz kardeşi olan Matüridilik veya Maveraünnehir ekolü belirleyici olmuştur.
Başlangıçtaki konuya ve soruya geri dönecek olursak: Tekrar muhitten yani çevreden merkeze dönmek mümkün mü? Mezheplerin İslam potasında erimesi ve tekrar buluşması mümkün mü? Burada mezhepleri İslam dışı görmüyoruz. Lakin bu alacalı veya seyrekleştirilmiş, indirgenmiş bir İslam’dır. İbni Haldun’un dediği gibi herkesin kıçında İslam’dan bir yama var. Yani İslam kisvesi parçalanarak yamalara bölünmüş ve bürünmüştür. İslam’ın kendisi ise adeta olaylar zinciriyle sürgüne gönderilmiştir.
Mısır’da olduğum günlerde kitapçı vitrinlerinde Mustafa Şek’a’nın ( Mustafa Shakaa ) İslam Bila Mezahib (mezheplerden arındırılmış İslam) kitabını görünce irkilirdim. Bunun nasıl olacağını hayal edemezdim. Bununla birlikte Raid Semhuri adlı yazar mezheplerin tekrar İslam dairesinde buluşmasını ve cem olmasını siyasi bir vizyona hamleder. Yani siyasetçiler bozduğu gibi yine aynı alanı siyasetçiler tamir edecektir. Sözgelimi Ömer Bin Abdulaziz’in akim kalan bir projesi vardı. Uzlaşma yoluyla Müslümanları yeniden bir araya getirmek. Cem etmek. Hazreti Hasan’ın birlik yılında yaptığını Ömer Bin Abdulaziz birlik ve dirlik yolunda yapacaktır. Lakin iki deneme de akim yani sonuçsuz kalmıştır. O Emevilerden yani kendinden başlayarak Haricileri ve Şiileri ıslah etmek ister. Aykırı akımları Emevilerin yaptıkları haksızlıkları düzelterek ortak daireye, hazireye davet eder ve dahil etmek ister. Devlete isyan eden ve haklılık payı da olan birçok akımı görüşmelere ve diyaloga davet eder. Bunun sonucu en azından onun döneminde başkaldırılar sükunet bulur. Zira tarihi ve yaşananları en azından teorik dairede tamir etme sevdası ve davasındadır. İhkak-ı hakta bulunur. Ömer Bin Abdulaziz 2 yıl değil de 20 yıl iktidarda kalsaydı belki de fırkalardan bir kısmı diğer kısımlarla bütünleşir ve kaynaşırdı. Tefrika büyük çapta dinerdi. Birbirine yakın mezhepler tarih içinde birbirleri içinde nasıl eridilerse bu aykırı akımlar da ana gövde içinde erirlerdi. Bunun için evvel emirde ana gövdenin yanlışlarını ayıklamak gerekirdi. Ömer Bin Abdulaziz de işe tam bu noktadan başlamıştır. Tamamlayamadı ama çıkmayan çandan ümit kesilmez. Bir gün süreç tamamlanabilir. Bugün Müslümanlar geçmişte yapılan yanlışların bedelini ödüyorlar. Bir taraftan Muhtar es Sikafi gibi Mehdici akımların kılıçları diğer taraftan Emevilerin despot ya da müstebit kılıçları arasında İslam alemi herc-ü merc olmuştur. Dolayısıyla tarihin yanlışlarını tarihe havale ederek ve asla dönerek aramızdaki birikmiş kin ve kavga unsurlarını ayıklayabiliriz. Bunun için Kur’an ruhuna ve Sünnetin gösterdiği istikamete dönmek kafidir. Tarihte oluşan asabiyetler veya mezhebi tortular veya teşekküller için taassup göstermemiz yolumuzu kısaltmaz belki uzatır. Yolumuzu kısaltacak yegane unsur hakperestliktir. Yapılması gereken yolun veya yolların ismine ve tortularına sahip çıkmak değil hakaikine tutunmaktır.
Hayatta iken El Ahram’daki köşesinde dostumuz Ahmet Behçet, Said yani Yukarı Mısır bölgesinde bazı köylerde hala Sultan Kalavun namına hutbe okutulduğunu yazardı. Demek ki içimizde bazıları hala Kalavun döneminde yaşıyor. Tarihi aşmamız gerekiyor. Bu yolda da Kur’an bize rehberlik ediyor. Onlar (kendi dönemlerinde) bir ümmetti; gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz, onların yaptıklarından sorumlu değilsiniz.
Buna rağmen tarihin yanlış tarafında duran ve onu bırakmayan ve günümüze aksettiren, taşıyan kişi ve zümreler de tarihin akışından aktörleri kadar sorumludur.