İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Suveyda halk hareketi: Değişim mi telkin mi?

Suriye’deki durumu gözlemleyen çok az kişinin Suveyda bölgesinde Şam rejimine karşı bir halk hareketinin patlak vermesini beklediğini iddia ediyorum. Çok daha az kişi de bu halk hareketinin patlak verdikten 1 ay sonra daha büyük bir ivmeyle devam etmesini bekliyordu.

Bana göre, bölgede hâlâ güçlü görünen ve hatta silahsız göstericilere ateş açılması olayından sonra daha da güçlenen ivme, dikkate alınması yararlı olabilecek birkaç gerçeği ortaya çıkardı:

1- Her iki taraf da yani halk hareketi ve rejim, mevcut çatışmada zamanın önemli bir faktör olduğunun farkında. Bu nedenle rejim, kötü yaşam koşullarının baskısı altında hareketin kararlılığının “gevşemesi”,  hareketi “militarize ederek” Suriye topraklarında birden fazla yerde ve koşulda meyvesini vermiş olan kan dökme oyununa itmek üzerine bahis oynarken, hareketin liderleri de yüksek sesle düşünmeye ve bir sonraki aşamayı planlamaya başladılar.

2- Bir sonraki aşama, her iki taraf için de olup bitenin biçimini netleştirmenin ve gidişatını etkinleştirmenin "anahtarıdır". Bu bağlamda özellikle Lübnan'da rejim ve müttefiklerinin şüpheden, ihanet ve bölücülükle suçlama, örtülü fiziksel tasfiye tehditlerine kadar çeşitli taktiklerle yürüttüğü, “psikolojik savaşın” işaretleri ortaya çıkmaya başladı. DEAŞ hayaletini uyandırma silahı da elbette unutulmamalı.

Öte yandan hareketin içindeki bilinçli şahsiyetler artık hareketin güçlendirilmesi, gelişmelerinin kontrol altına alınması, rejim ve Lübnan Hizbullahı liderliğindeki destekçilerinden oluşan koalisyonun verilmesini istediği tepkilere kaymaktan kaçınılması gerektiği çağrısında bulunuyor. Aynı zamanda hareketin örgütsel ve ulusal önceliklerinin bir tanımını formüle etmek için çalışmalar yapılıyor. Dürzilerin “Akıl” olarak bilinen liderlerinden Hikmet el-Hicri ve Hammud el-Hinnavi tarafından temsil edilen ruhani liderlerin çoğunluğu da bu çalışmaları destekliyorlar. Açıklanan pozisyonlardan ve son yazılı açıklamalardan, İranlı milislerin işgalinin reddedilmesinin yanı sıra "Suriye'nin birliği" ve "iç çatışmaya girmenin reddedilmesi" gibi sabitelerin teyit edilmesi konusunda büyük bir istek olduğu aşikardı. Bilhassa Suveyda sokağı ile rejimin bölgede meşruiyetinin tanınması konusunda uzunca bir süredir bocalayan ilişkilerde bu “işgal”in, bardağı taşıran damla olduğu biliniyor.

3-Rejim, Suveyda bölgesiyle ilişkisinin “taktik ilişki”den ibaret olduğunun her zaman bilincindeydi. Onu etkisizleştirmek, özgüllüğünü istismar etmek ve sakinlerini gerçek karar alıcı konumlardan uzak tutmak esasına dayanan bir ilişkiydi. Üstelik Suveyda'nın özgüllüğüne yönelik bu yaklaşım sadece kendisiyle sınırlı değildi, 1970 sonbaharından bu yana seçici ve orantılı bir şekilde uygulanan "azınlıkların korunması" sloganı, Suriye içinden Lübnan'a ihraç edildi.

Gerçekten de Suriye'nin Lübnan'a askeri müdahalesinin en önemli bahanelerinden biri “azınlıkların korunmasıydı”. Ancak 30 yıl (1976-2005) süren bu askeri mevcudiyet istenilen “korumayı” sağlamada başarılı olamadı. Lübnanlı “azınlıklar” (aslında bileşenlerinin geneli) tacize ve fiziksel tasfiyelere maruz kaldılar. Önde gelen Hristiyan liderlerin ülkeden ayrılıp, sürgünde yaşamaya zorlanmaları ve birçoğunun öldürülmesi gibi, Dürzilerin önde gelen liderleri de suikastlara kurban gittiler. Şii arenası suikastlara ve iç çatışmalara tanık oldu ve çatışmalar İran akımının bu arenaya silah zoruyla hakim olmasıyla sonuçlandı. Müftü Hasan Halid ve eski başbakan Refik Hariri dahil önemli Sünni isimlerin hedef alınmasından bahsetmiyoruz bile.

Suriye'nin içine dönersek, bugün “azınlıkların korunması” politikasının burada da başarılı olmadığı görülüyor. Bunun kanıtı yalnızca dünyada en yoğun Dürzi nüfusunun yaşadığı Suveyda bölgesindeki mevcut hareket değil, aynı zamanda Suriye'nin kuzeydoğusundaki Kürt bölgelerinde olup bitenlerdir. Orada da iç çatışmayı ve hem Türkiye'nin güneyi hem de Irak'ın kuzeyine komşu olan bölgenin hassas konumunun istismar edilmesini teşvik edenler var. Üstelik son istatistikler, Suriye'nin toplam nüfusu içinde Hristiyanların yüzdesinde önemli bir düşüş olduğunu gösteriyor. Hafız Esed'in 1970 sonlarında iktidara geldiği dönemde yüzde 16 civarında olan bu oran, bugün yalnızca yüzde 6 civarına düşerek geriledi.

Öte yandan Suveyda’nın harekete geçmekte "gecikmesinin" sırrına dair sorular çoğalırken, İran'ın bölgesel kollarının katkıda bulunduğu "telkinler" de var. Söz konusu telkinler Güney Suriye'de olup bitenlere örtülü bir Amerikan desteğinin bulunduğunu iddia ediyor ve ne yazık ki, harekete sempati duyduğunu iddia eden yurtdışındaki çevreler de bu “telkinler” ateşini körüklüyor. Hareketin beyan edilen hedeflerinin aksine, dinamiklerini kontrol etmek ve örgütsel olarak güçlendirmek için uygulananları “ayrılıkçı” veya “bağımsızlık” adımları olarak yorumlama yoluna gidiyorlar.

Bu bana 1980'li yıllarda Cebel-i Lübnan'da “sivil yönetim” kurulması üzerine yapılan kışkırtmaları, telkinleri ve suçlamaları hatırlatıyor.

O dönemde telkinler ülkeyi bölünmeye doğru iten “dış parmaklar” ile ilgili konuşmalar da içeriyordu. Ancak çok geçmeden gerçek ortaya çıktı ve istisnai durumlarda halkın metanetini güçlendirmenin yalnızca silahlanma, savaşma ve güvenliği sağlamaktan ibaret olmadığı, aksine iş fırsatlarından, felce uğramış ve işlevsiz kalan kamu tesislerinin (eğitim, hastane ve hizmetler) yönetimine kadar, insan onuruna yakışır bir yaşam için gerekli şartların güvence altına alınmasının da eşit derecede önemli olduğu sahada teyit edildi. Gerçekten de Cebel-i Lübnan’ın güney bölgesi sakinleri, herhangi bir “ayrılık” ya da “bağımsızlık” hedefi olmayan “sivil yönetimin” etkinliği sayesinde direnebildiler.

Dün bölge hakkında bilgili bir yabancı dış politika analistiyle olup bitenlere ilişkin okumaları hakkında siyasi bir sohbet gerçekleştirirken bu deneyimi alıntıladım. Analist öncelikle bana dışarıdan “telkinlerin” yapıldığına dair bir bilgisi olmadığını kesin bir biçimde söyledi. Daha sonra bana, biraz incitici bir açık sözlülükle, Arap bölgesindeki sorunlarımızdan birinin, dış dünyanın kaderimizi kontrol edebileceğine inanmamız, başkalarının niyetlerini sorgulamamız ve biz hiçbir şey yapmamamıza rağmen her şey için onları suçlamamız olduğunu söyledi.