Daha önceki siyasi krizlerde Lübnan'daki bölünme ve kutuplaşma dikey yönlüydü. Çünkü mezhep eksenli siyasi sınıfın vesayet yanlıları veya karşıtları (Hristiyan-Müslüman) arasında ve daha sonra da Hristiyan kisvesiyle Sünni ağırlıklı (14 Mart Cephesi) yine Hristiyan kisvesiyle Şii ağırlıklı (8 Mart Cephesi) olmak üzere bölünmüştü. 2001'de Maruni patriklerinin açıklamasıyla billurlaşmış, 2005'te şehit Başbakan Refik Hariri'nin öldürülmesiyle gündeme oturmuş ve 2016'da Mişel Avn’ın Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra her iki parti iktidar güçleri arasında gücü ve kazanımları paylaşma pazarlığının bir parçası olarak taraflardan birinin lehine karar verilmiştir. Ulusal birlik ve uzlaşmacı demokrasi sloganı altında, mezheplere tüm devlet kurumlarını yasadışı bir şekilde eleştirme hakkı tanıyan ve onları 17 Ekim 2019'a kadar anayasayı zorbalıkla çiğnemeye ve bozmaya iten bu karar, mezhepler arasındaki uzlaşmanın bir parçası konumundadır.
Pratikte, 17 Ekim ayaklanması, halkın örtüsünü siyasi otoriteden, muhalefetten ve yandaşlardan bir ölçüde kaldırdı ve muhalefete katılmış veya ayaklanmayı desteklemiş olsalar bile hiçbir partiyi dışlamadan ‘Hepsi birdir’ sloganıyla karşı karşıya getirdi. Bu slogan, popülizmine rağmen, iç savaşın sona ermesinin ötesinde tüm siyasi sınıfı sorumlu tutmaktadır. Aynı zamanda devlet yönetiminde; siyasi, anayasal ve yasal sorumluluk olduğunu, iktidara ortak olan herkesin siyasi sürece kılıf sağladığını ve hesap vermesinin seçim sandıkları aracılığıyla gerçekleşeceğini ifade etmektedir. Kamu ve özel mülkün yağmalanması sürecine gelince, bundan ancak bağımsız yargı yoluyla hesap sorulabilir. Mayıs 2022’deki son parlamento seçimlerinin sonuçları göz önünde bulundurulduğunda bu siyasi sınıfın nakavtla düşmeyeceğini ve sadece geri çekildiğini gösterdi. Bu durum, mezhepçi güç konumunda oldukları ve çoğunluğu iç savaşın bir sonucu olarak iktidara geldikleri için rollerinden ve kazanımlarından vazgeçmelerinin imkânsız olduğunu ortaya koydu.
Son parlamento seçimleri, çeşitli bölünmelerin yaşandığı işlevsiz bir parlamento ortaya çıkardı. İktidar ile siyasi sınıf 2019 ayaklanması öncesinden farklı bir denklemde yeniden sıralandı. Hiçbir partinin anayasal çoğunluğa sahip olmaması, önceki bölünmelere göre ittifaklar kurulamaması ve Lübnanlılara bir çözüm dayatmanın imkansızlığı anayasal bir boşluğa yol açtı. Bazı seçkinler, bu durumu rejim krizi olarak nitelendirdi ve bu tanımlamanın devletin geri kalan anayasal, yasama ve yürütme kurumlarını etkilediğini dile getirdi. Daha açık bir ifadeyle belirtmek gerekirse Taif Anlaşması’nın bir şekilde doğrudan etkilediği siyasi kriz, cumhurbaşkanı seçmenin zorluğu ve Şii İkili’nin (Hizbullah ile Emel Hareketi) Taif Anlaşması şartlarını açıkça ihlal ederek kendi adaylarını dayatma girişimiyle Taif destekçileri ve muhalifleri arasında farklı bir hal almaya başladı.
Aslında kriz, Şii İkili’nin, bölünmelerine rağmen devletin kurumlarına, özellikle de anayasal kurumlara saygıyı yeniden tesis eden Tişrin ayaklanmasıyla (2019 Ekim Hareketi) yüzleşmeye karar verilmesiyle başladı. Dolayısıyla kriz, devlet ile sistem arasında, Taif destekçileri ile mezhepler arasında, özellikle de revaçta olan mezhepler arasında daha açık bir ifadeyle anayasa ile silahlar arasında kalmasıyla tanımlandı. Yani metin ile uygulama arasında kalındı. Ayaklanmanın önde gelenleri ve yeni muhalefet Taif konusunda bölündü. Önce Taif Anlaşması’nı uygulamanın gerekliliği ve mezheplerin çıkarlarını dikkate alan özel reformlardan ziyade genel reformların gerçekleştirilmesi arasında kalındı. Hizbullah erken dönemde onu kendisine rakip ve silahlarının düşmanı olarak gördü. Bu, devlet vizyonunu reddetmesi ve dış rolüne olan bağlılığıyla ilgiliydi. Bu nedenle ayaklanma, devlet ile onun altındakiler arasında bir çatışma olarak görüldü. Hizbullah'ın silahlarını reddeden taraflar Taif'e tutunurken, Taif’i reddedenler de Hizbullah'ın silahlarına sığındı ve böylece siyasi sınıf da bu bölünmenin içine girdi.
Özellikle yozlaşmış ve başarısız siyasi sınıf içerisindeki bu bölünme veya konumlanma, Taif ve silahın, yani metin ve uygulamanın kutsal olmadığı konusunda geniş bir tartışma açmaktadır. Taif, reforma ihtiyaç duyan insani bir metin, silah ise bir zamanlar ulusal rolünü yerine getirmiş ve gerçek bir tedaviye ihtiyaç duyan bir araçtır. Gelecekte bu iki unsurun bir arada yaşamaya devam etmesi zorlaşmıştır. Ayrıca aralarındaki çatışma maliyetlidir. Bu nedenle, tarihi uzlaşma ve devlet için önkoşulsuz cesur tavizlere gitmek, onu yeniden inşa edip kurumlarını reforme etmek için son fırsattır. Bu ise, kendisini silahlarla güçlendiren ve reform yapmayı kendi mezarını kazmak gibi gören yozlaşmış ve silahlı bir siyasi sistemle zordur.