İsrail ile Hamas arasındaki savaş, denklemler kurduğu kadar denklemleri de değiştirdi. İçinde birçok savaşın barındığı bir savaş olduğundan ne kadar uzayacağını kestirmek zor olsa da devam edeceğine dair neredeyse kesinleşmiş bir kanaat var. Bu uzayışın yol açabileceği ‘sürprizlerle’ birlikte, büyük olasılıkla bu denge meselesi devam edecektir.
İsrail’in kibri ve üstünlüğü kırıldı. Bariyerler ve duvarlar da dahil olmak üzere güvenliğin tek başına sahibi için mutlak bir garanti olmadığı ve işgalin, yerleşimciliğin, aşağılamanın, ihmalin ve zamanla unutulur düşüncesinin gerçek sorunlar için çözüm olmadığı ortaya çıktı. Bütün bunlar sevindirici bir haber. Bunun kutlanması sadece İsrail’in muhalifleri ve düşmanlarıyla sınırlı değil. Bilakis, kamu işlerinin yalnızca kaba kuvvetle yönetilemeyeceğini bilen ileri görüşlü İsraillilerin veya İsrail dostlarının duyguları da uyarılmış olmalı. Acı olan şey, yerleşimcilerin en alçakça davranışlarına yer açan Binyamin Netanyahu’nun mevcut hükümetinin tüm bu bayağı ‘çözümleri’ teşvik etmesi, temize çıkarması ve bunları daha da ileri bir boyuta taşımasıdır.
Peki, bu yeni anlamlar siyasi olarak meyve verebilir mi?
Bizim durumumuzda endişe verici olan şey, askeri çatışmalarda mağdurun kimliğini, bu çatışmalardan yararlananların kimliğinden daha fazla biliyor olmamız. Bugün Filistin milliyetçiliğinin güçlü duyguları var ama pratik araçları yok. Bu, coşkulu kişileri şaşırtmayan iyi bilinen verilerle kanıtlanmaktadır: Batı Şeria ile Gazze arasındaki bölünmüşlük, Hamas otoritesinin zedelenmiş yapısı ve Lübnan’daki ve belki başka yerlerdeki Filistin kamplarının koşulları bunun örnekleridir. Mevcut Gazze savaşı, 1973’te başlayan savaşların Arap-İsrail savaşlarından İsrail’le yerel savaşlara ve klasik orduların savaşlarından çoğu İslami olan popülist grupların savaşlarına doğru değişimini sürdürdü. Buna, Filistin ulusal davasının ‘zayıflatılıp’, herhangi bir güçlü tarafın şekillendirip istediği gibi kullanabileceği ince bir objeye dönüştürülmesi eşlik etti.
Filistin milliyetçiliğinin pratik araçlarının yokluğundan bahsederken, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) Filistinlilerin tek temsilcisi olduğu 8 Aralık 1987’deki ilk intifada ile 2000’deki ikinci intifada ve ardından 2007’de iktidarın ikiye bölünmesi arasındaki farkı hatırlıyoruz. Barışçıl olan ilk ayaklanma, 1991’de Madrid’de ve iki yıl sonra Oslo’da etkileri görülen diplomatik bir yönelimin başlatılmasına katkıda bulunmuştu. Bu iki dönüm noktasına yönelik görüşler ne olursa olsun, bunlar, peşlerinden gelen ve Filistin siyasi temsiline yönelik geniş çaplı bir ihlalin eşlik ettiği gelişmelerle kıyaslanamayacak kadar iyi kalıyorlar. Bu gelişmelerle şiddet ve mağdurlar artmaya, başarı ve siyaset ise azalmaya başladı. O zamandan bu yana işler bu yönde ilerledi. Öyle ki, haklı bir dava içi boşaltılıp kutsallığı dilde kalan bir davaya dönüşürken, başkaları onun kullanım değerini ele geçiriyor.
Buradaki diğerleri, Filistinlilerle birlikte bölgede rol ve nüfuz mücadelesine giren İran ve kampıdır. Buna diğer halkların nadiren çektiği bir acı ve ıstırap eşlik ediyor. Burada Filistinlilerin meselesi, devletlerinin sönüp gitmesi ve ulusal uzlaşmalarının bozulmasının ülkelerinde İran nüfuzunun artmasına ve Hizbullah aracılığıyla İran’a üstünlük verilmesine yol açtığı Lübnanlıların meselesinden yalnızca niceliksel bakımdan farklıdır.
Dolayısıyla, eğer uzun vadede bir kazanç varsa, bu kazanç İran’ın hanesine üç düzeyde yazılacak: Bölgenin ve geleceğinin şekillendirilmesinde Tahran’ın temel rolünün Batılı ülkeler tarafından kabul edilmesi, Arap ülkelerinin savaş ve barış tablosunda diplomatik bir atılım getireceğine inanarak yatırım yaptığı ve yapmaya devam ettiği çabaların bozulması ve Tahran’ın müttefiklerinin elinin sağlamlaşması; bunların başında, kuzeye ve güneye doğru genişlemek için dünyanın dikkatini dağıtma fırsatını uzun süredir bekleyen Suriye rejimi geliyor.
Böyle bir arka plana göre, İsrail’e inen tokadı coşkuyla karşılamak, haklı ve duygusal açıdan anlaşılır olsa da mevcut savaşın daha geniş bir tasavvurunu ortaya koymamış görünüyor. Bu bir çıkmazdır ve pek çok iyi niyetli insanı etkileyen iki duygunun çatışmasında görülmektedir; bir yandan İsrail’e verilen zararı kutlamak, diğer yandan İran’a fayda sağlamayı istememek.
Ancak çoğumuzun ders almadığı benzer bir durumu daha önce de yaşadık. Temmuz 2006’daki savaş Lübnan’da ve başka yerlerde Hizbullah’ın etrafında toplanılmasına yol açmış, bir yıl önce Refik Hariri suikastı ve ardından gelen suikast dalgasıyla birlikte yaşananları pek çok kişiye unutturmuştu. Bunun sebebi, İsrail ile yapılan savaştan daha yüksek bir sesin çıkamayacağıydı. Savaş biter bitmez ve Hizbullah bunu “ilahi bir zafer” olarak adlandırır adlandırmaz Hizbullah’ın ceberutluğu Lübnanlıların hayatı üzerinde artmaya başladı. Aynı şekilde İsrail normal hayatına devam ederken Lübnan devleti ve milliyetçiliği kurmanın imkansızlığı da arttı. Sonuç olarak, bu sözde “zafer”, onu kutlayanlardan bazılarına karşı kazanılmış bir zaferdi.
Bu, ciddi ve büyük bir çıkmazdır ve bir davanın desteklenmesinden yarar sağlayanların, davanın sahipleri değil de ancak ve ancak İran, Beşşar Esed ve bunların etrafında toplananların olduğunu göstermesi açısından da bir bakıma trajiktir.
Hakikati ve adaleti aramak ile intiharı aramak arasında ayrım yapmanın, adaleti ve hakikati aramada şiddet ve ‘ahlaksızlık’ dışında yollar aramanın zamanı geldi. Ne yazık ki bugün zehirli İran armağanını kutlamanın bazı sonuçlarını görmeye başladık. Aklını kullanan birinin Gazze’deki gibi bir eylemin nasıl sonuç doğuracağını anlaması zor olmadı. Biz, coşkulu tarafların söylediğinin aksine, eskisine göre Filistin’den hakikate ve adalete ulaşmaktan ve akıldan da kat be kat uzaktayız. Bu milyonlarca kez esef ve elemle söyleniyor. Hayatını kaybeden masum sivillere rahmet dilerim.