Cemile Bayraktar
Gazeteci-Yazar
TT

Ne “tarihin sonu” ne de “medeniyetler çatışması”

Son yıllarda akademik makalelerin, analiz yapma niyeti taşıyan az sayıdaki köşe yazılarının en önemli konulardan biri, ABD ve Avrupa’da artan milliyetçilik ve artan popülizm. Öyle ya, insan hakları, hürriyet, liberal ekonomi gibi söylemlerden sonra, dünyanın batısında yaşayan sarışın mavi gözlü insanların, ilkel bir biçimde milliyetçi, ırkçı ideolojilere meyyali oldukça ayıp kaçtığı için şaşırılıyor, ele alınıyor, çözümleme yapılmaya çalışılıyor. Eş zamanlı olarak da Batı’da milliyetçi ideolojiler ivme kazanırken, popülist milliyetçi liderler ve hatta aşırı sağcı siyasiler oy oranlarını arttırıyor.

Özellikle Soğuk Savaş (1947-1991) sonrasında, Avrupa ve Amerika’dan dünyanın geri kalanına liberal demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi sivil ve siyasi söylemler fırtına gibi esiyordu. Hatta Fukuyama o meşhur tezini ortaya atıyordu. Neydi o?

Amerikalı siyaset bilimci F. Fukuyama, Soğuk Savaş’ın kapitalizm lehine sonuçlanması sonrasında otoriter sol rejimlerin bir anlamda sonu olarak gördüğü meşhur “tarihin sonu” tezini ortaya attı. 1992’de yayınladığı “Tarihin Sonu ve Son İnsan/The End of History and the Last Man” kitabında tüm dünya için en ideal sistemin liberal demokrasi olduğunu savunuyordu. Buna göre, insanlığın ulaşabileceği ideolojik evrimin son noktasına gelinmişti, herkesin huzuru ve refahı için aranan kan bulunmuştu; Batılı liberal demokrasinin evrenselleşmesi.

Fukuyama’yı mahcup etmek gibi olmasın ama, zaten onu tüm dünya yaptı, tarihin sonu gelmedi. Tarih, tümden olmasa da kısmen Fukuyama’nın söylediklerinin aksine yol aldı. Ancak burada belirtmek gerekir, sorun sadece Fukuyama’da değildi.

Fukuyama, fazlaca iddialı konuşması sonrasında fikirlerini değiştirmiş olsa da büyük yanılgısı sonrası tabir yerindeyse gömüldü. Fukuyama’nın öngörüsü fazlaca Batı merkezli, ısmarlama, masa başı çalışmasıydı ve fazlaca sırıtan, kitlelerden haberi olmayan bu öngörüsünün jakoben ve proje halleri gerçekle bağı kopuk iddialar içeriyordu yani gerçekleşmesi mümkün değildi, bunu en başta Fukuyama’nın kendisinin bildiğini düşünmek bile imkân dahilinde. Haksızlık etmemek lazım, Fukuyama ciddi eleştirileri hak etse de maruz kaldığı saldırıların tüm ağırlığı onun boynuna vebal değil. Zira “Batı merkezli liberal demokrasi” tavsiyesinin uygulayıcısı olması gereken yönetici kadrolar, liberal demokrasi yerine kendi çıkarları doğrultusunda politikalar uygulamaya başladığı ve bu politikalar çöktüğü için sonuç böyle oldu. Yani, ABD’de liberal demokrasi olan, ekonomik yönüyle küreselleşme ve onun getirisi refah olan şey, Mısır’da otoriter rejimleri desteklemeye, Irak’ta Baas artığı ekonomilerle masaya oturabilme şekline dönüştüğü için kaybetti. Ve sonuçta, dünya refaha ve huzura kavuşacak derken, Körfez savaşları başladı, Ruanda ve Bosna‟da soykırımlar yaşandı, Etiyopya ve Sudan’da açlık krizleri ortaya çıktı.

Bu dönemde imdada bir başka ısmarlama teori ve teorisyeni yetişti: “Medeniyetler çatışması” tezi ve S. Huntington. Ne diyordu Amerikalı siyaset bilimci S. Huntington?

Dostum Fukuyama yanıldı, asıl çatışma şimdi başlıyor. Bundan sonra çatışma medeniyetler arasında olacak, Batı medeniyeti, İslam ve Asya medeniyetleri tarafından tehlike altında. Huntington bunu söylediğinde yıl 1993’tü ve Avrupa’da popülizm, milliyetçilik artmamıştı. Le Pen siyaset sahnesine çıkmamıştı. Meloni İtalya’da seçim kazanmamıştı. Trump’ın Kongre baskınına neden olacak şekilde ortaya çıkacağını iddia etmiş olsanız muhtemelen deli muamelesi görürdünüz. Arkasından konuşmak gibi olmasın ancak belirtmek gerekir ki, Huntington da öngörülü, o günlerden bugünleri görebilen bir akademisyen değildi. Fukuyama’dan pek de farklı olmayan ısmarlama teorileri, batı merkezli güvenlik politikalarının teorik haliydi. Çünkü ne Bosna, Ruanda soykırımı, ne Körfez savaşı, ne de Sudan’daki kıtlık “medeniyetler çatışması” sonucu oluşan insani krizler değildi. Kendisine liberal demokrasiyi, Ortadoğu’ya otoriter rejimleri layık gören, 11 Eylül sonrası terörle mücadele etmek yerine Ortadoğu’da sivil, terörist ayrımı yapmadan kazananı asla olmayacak bir savaşa giren ABD öncülüğündeki ülkelerin çatışmasıydı. Bugün bile İsrail’de Yahudiler ve Müslümanlar çatışmıyor, medeniyetler, dinler çatışmıyor.

Küreselleşmenin dünyanın her yerine refah getirmediğinin ortaya çıkışı, ABD merkezli yaşam, tüketim biçimlerinin batıdan doğuya doğru kültürel hegemonya oluşturması, artan mülteci akınları, azalan kaynaklar gibi sonuçlar kimlik temelli tepkiselliği ortaya çıkarmış olabilir ancak bunlardan mülteci krizi dışındakilerin Batı’da değil, Doğu’da ortaya çıkmış olması gerekiyordu oysa öyle olmadı, her yerde milliyetçilik, popülizm, yabancı düşmanlığı, kutuplaşma arttı; demokrasi, insan haklarına gösterilen özen, çokkültürlülük geriledi. Ancak burada çatışan Huntington’ın iddia ettiği gibi medeniyetler değildi. Çünkü…

Çünkü farkındaysanız İsrailliler ve Filistinliler, Türkler ve Yunanlar, Afganlar ve Amerikalılar, Ruslar ve Almanlar çatışmıyor. Ya da Müslümanlar, Yahudiler ve Hristiyanlar çatışmıyor. Filistin’e destek için Hristiyanlar, Müslümanlar ve Yahudiler yan yana gelebiliyorlar, hep birlikte ABD ve İsrail aleyhine slogan atabiliyorlar. İslamofobi çalışan Müslüman akademisyenler, İslamofobinin Avrupa’daki artan oranlarından rahatsız olan sarışın mavi gözlü ateist meslektaşlarının raporlarından, akademik birikimlerinden faydalanabiliyorlar, birlikte çalışabiliyorlar. Eğer aksi olsaydı, Iraklılar ile Iraklılar, Afganlar ile Afganlar, Ruslar ve Ukraynalılar, Cumhuriyetçiler ve Demokratlar, Türkler ile Türklerin yani aynı medeniyetin insanlarının hiç çatışmaması gerekirdi ama öyle olmadı. Dolayısıyla çatışan medeniyetler değil ırk, din, mezhep gibi kendisinin dahi seçmemiş olduğu, verili olarak bulduğu kimlikleri birer üstünlük sebebi görüp, kendisinden olmayanın her tür var olma hakkını ihlal etmeyi bir şeref, bir onur, bir ülkü olarak gören ilkel, medeniyetten nasip almamışlardır.

İsrail-Filistin geriliminde, İsrail’e koşulsuz destek veren demokrasi, insan hakları havarisi Batılı ülkeler kelimenin tam anlamıyla yere çakılmış olabilir. Bundan gayrı bireysel hak ve hürriyetlerin kısıtlanmış olduğu yönetimlere, Batı’yı referans gösterip ideal yönetim biçimi talep edilemeyebilir ancak unutmamalı ki bu, demokrasi talebinde bulunmaya, insan haklarının gözetilmesi gerektiğini vurgulamaya, bireysel hak ve hürriyetlerin korunması gerektiğini telkin etmeye engel değil.

Fukuyama’nın ne dediğinin, Huntington’ın ne üfürdüğünün kimsenin umurunda olmadığı şu günlerde, Batı merkezli “kurtuluş reçeteleri” çöktü diye otoriterliğe, popülizme, milliyetçiliğe, İslam-Müslüman karşıtı ırkçılığa, işgalciliğe, terörizme selam duracak değiliz ya!

Batı medeniyeti, Huntington’ın iddia ettiği gibi İslam ve Asya medeniyetleri tarafından çökertilmedi. Batı medeniyeti kendi kuruluş felsefesini, varlık felsefesini, medeniyet tasavvurunu, bunlara aykırı davrandığı için kendi elleriyle çökertti.

İslam coğrafyalarına, yani “bize” gelecek olursak, sahada, pratikte dengeler nasıl kurulur şimdilik belirsiz ancak iç siyaset ve dış politika konusunda, teorik anlamda, kendi kavramlarımızı, kendimize uygun biçimde oluşturmadığımız sürece, Batı merkezli her kavramı üzerimize uymadığı halde uydurmaya çalıştığımızda maalesef kayıplarla yüzleşmeye devam edeceğiz.

Kendi yolumuzu kendimizin çizme vakti gelmedi mi?