Nedim Kuteyş
Lübnanlı gazeteci
TT

Gazze savaşının ardından

Son Gazze savaşı ile iki fikir su yüzüne çıkıyor. Filistin perspektifinden bakıldığında, bunu söyleyen ister Filistinli ister Filistin davasını benimsemiş biri olsun, çok unsurlu fedakarlık olmadan direnişin olamayacağı ve barışın Filistinlilere hiçbir şey getirmediği temeline dayanan bir fikir öne çıkıyor.

İsrail perspektifinde de benzer bir fikir öne çıkıyor, o da İsrail'in Arap topraklarından çekilmesinin bu bölgeleri ebedi saldırı ve direniş platformlarına dönüştürdüğünü söylüyor.

Her iki perspektifin ortak noktası ise siyasi çözüm fikrinin reddedilmesi gibi görünüyor. Bu da ister İsrail şiddeti ister Filistin şiddeti olsun, mevcut çatışmanın tek ufku olarak şiddete kapıyı aralıyor. Bu iki fikir, özellikle Filistinlilerin öldürülmesinden kaynaklanan insani kayıpların boyutlarını meşrulaştırma noktasında da buluşuyor. Kimi zaman bu kayıplar, kurtuluş için gerekli bir bedel olarak görülüyor, kimi zaman da Filistinlileri "disiplin altına alma", onları demir ve ateşle silahlı mücadele yöntemlerini terk etmeye yöneltme gerekliliğinin yan zararları olarak değerlendiriliyor.

Bu temel fikirler, Filistin ve İsrail toplumlarındaki daha geniş duyguları yansıtıyor. Çatışmanın her iki tarafındaki algıları ve eylemleri şekillendiren köklü anlatıları ortaya çıkarıyor. Aynı zamanda bizi sürdürülebilir barışa ulaşmayı engelleyen devasa, çok yönlü meydan okumalarla da karşı karşıya getiriyor.

Filistinlilerle ilgili olarak, tarih boyunca direniş figürlerinin fedakarlıklarına saygı göstererek şunu söylemek gerekir ki, fedakarlıkların tek başına direnişi meşrulaştırdığı ve ona değer kattığı varsayımı tehlikeli bir basitleştirmedir.

Bir seçenek olarak canlar feda etmek ile direnişin etkinliğini veya başarısını eşitlemek yahut kurtuluş uğruna fedakarlığı tek başına kaçınılmaz ve yeri doldurulamaz bir kader olarak sunmak, tarih boyunca yaşanmış her işgal ve direniş vakasını karakterize eden karmaşık sosyal ve politik bağlamların göz ardı edilmesini içermektedir. Sivil kayıpların sayısı ne tek başına direnişi haklı çıkarır ne de gerekçelerini geçersiz kılar. Merhum Mısır devlet başkanı Enver Sedat'ın Mısır topraklarını müzakere ve siyaset yoluyla özgürleştirerek sunduğu örnek, bunun en belirgin örneği olabilir. Ama bu aynı zamanda örneğin, Cezayir modelinin kesinliği ve Arap-İsrail çatışmasına ilişkin tartışma literatürlerinde “1 milyon şehit” fikrinin kolaylaştırılması lehine her zaman yok sayılan bir örnektir.

Kurbanların bedenlerinin ve sayılarının arkasına saklanmak, canlı kalkan olarak onların arkasına saklanmak veya sivilleri savaşın ortasında bırakmakla eşdeğerdir. Eğer İsrail, Filistinlilere uyguladığı acımasız kolektif cezalandırmanın hesabını vermek zorundaysa, aynı zamanda, Filistinlilerin maruz kaldığı katliamın dehşeti, 7 Ekim saldırısı ile Filistinlileri zorla ittiği şey için Hamas'tan hesap sorulmasını da engellememeli.

Öte yandan, istikrar ve ilerlemeyi sağlamak için barışı tek başına yeterli bir alternatif olarak sunmak da bir basitleştirmedir.

Son dönemde Filistin Otoritesi'nin barışı kabul etmesinin hiçbir sonuç getirmediğini söyleyen basit bir fikir ortaya çıktı. Gazze'de iktidardaki cihatçı taraflarla karşılaştırıldığında, Batı Şeria'da iktidardaki tarafın siyasi ve ideolojik yapısındaki farklılıklara rağmen, Batı Şeria'da Filistinlilerin çektiği acılar da bunun kanıtı olarak sunuluyor. Bu basitleştirme, yüzeysel bir siyaset anlayışını yansıtmanın yanı sıra, çözüme ulaşmanın her türlü gerçekçi yolunun yok edilmesine katkıda bulunan nihilist bir siyaset anlayışının sonucudur.

İstikrar ve refahın temelini sağlamak için barış gerekiyorsa; etkin, şeffaf ve yolsuzluktan uzak, onu kırılgan ve verimsiz bir siyasi söyleme dönüştürmek yerine barışı temel alan bir yönetim de aynı oranda bir gerekliliktir. Filistin Otoritesi'nin deneyimlerinde eksik kalan iyi yönetimin sorumluluğu, barışı ekonomik istikrar, sosyal adalet ve insan haklarının korunması gibi halk için pratik faydalara dönüştürmektir.

Tıpkı Hamas'ın Gazze üzerindeki kontrolünün, Gazze'nin 2005'te tamamen özgürleştirilmesi gerçeğinden yararlanma fırsatını heder etmesi gibi, yolsuzluk ve Filistinli idari başarısızlık da barış imkanlarının çoğunu heder etti.

İsraillilere gelince, Filistinlilerle barış fikrini reddeden ve iki devletli çözüm ilkesinden nefret eden sağın, barış projesi sürecini çarpıtmaya devam ettiğini görüyoruz. Gazze ve Güney Lübnan'dan çekilme deneyimleri, çekilmelerin bu iki bölgeyi cihatçılar için bir platform haline getirdiğini ve barışa yol açmadığını hatırlatsa da Mısır ve Ürdün ile imzalanan iki başarılı anlaşma, barış anlaşmalarının önemini ve dayanma gücünü kanıtlıyor.

Aslında İsrail sağının menfur bir bahanecilik içeren bu mantığı, sağın kendisine hizmet etmekten ziyade onu suçluyor. Mısır ve Ürdün ile yapılan anlaşmalarla İsrail'in Filistinlilere yönelik siyasi tutumu arasındaki farklar, güncel tavizlerin ötesine geçen, destekleyici sosyal, ekonomik ve politik stratejileri içeren kapsamlı barış anlaşmalarının, sabit ve sürdürülebilir istikrara götürdüğünü ortaya koyuyor. Bunun yerine sağ çeşitli versiyonlarıyla, barış fikrini yalnızca karşılıklı güvenlik taahhütlerine indirgeyecek şekilde Filistinlilerden ve barış fikrinin kendisinden yararlanmayı seçti.

İsrail sağı, siyasi performansının kötülüğü ya da milliyetçi yanılsamaları bir kenara bırakıp pratik çözümlerle ilerlemeye yönelik tarihsel cesareti her zaman gösterememesi bir yana, Filistin ulusal projesinin temellerini sarsmak ve barış yaklaşımını benimseyen ılımlı hareketleri zayıflatmak amacıyla Hamas'ı güçlendirme sorumluluğundan da muaf değil.

Gazze Savaşı'nın rahminden doğan bu fikirler, Filistin meselesiyle ilgili bağlamları ve zorlukları dikkate alacak şekilde çatışmanın incelikli bir şekilde anlaşılması ihtiyacını vurguluyor. Savaşın ortasında her iki tarafta görülen anlatılar artık Filistin-İsrail çatışmasını, çözümün temellerini ve koşullarını daha da çarpıtmakla tehdit ediyor.

​Bu sebeple mevcut cinnet halinden akılcı siyasi sonuçlar çıkarmanın gerekliliği, Filistinlilerin ve İsraillilerin birbirlerine dair karşılıklı algılarının ötesine geçen insani bir görev olarak karşımıza çıkıyor.

Bu, sonuçları tüm Ortadoğu'nun geleceğini belirleyecek bir siyasi, fikri ve medyatik bir çalıştaydır.